Usta’yla Nasıl Tanıştım
İşin gerçeği kimi zaman ABD’ye sert çıkan kimi zaman da gözkırpan Usta’yı ben Dağlıca’da tanımıştım.
21 Ekim 2007’de teröristlerin saldırısına uğrayan taburumuzda, 12 askerimizin şehit edildiği, 8 askerimizin de kaçırıldığı ağır vakada.
Nasıl ki 15 Temmuz gecesi olabilecekleri düşündükçe yüreğim daralmış, can pahasına girdiğim ona çatışmada dahi duymadığım derin endişeler gayri ihtiyari ‘Erdoğan’a sen devletsin be adam’ diyebilecek kadar kendi kabına sığamamışsa, Dağlıca baskınını duyduğum anda da bu kez endişeyle birlikte kabaran bir öfke de benliğimi sarmıştı.
Öfkemin sesi şöyle çıkıyordu;
‘Dağlıca’nın Sorumlusu Hükümettir’
Usta 15 Ekim’de Meclis’e asker gönderme yani Irak’a müdahale tezkeresini sunmuş ve bu tezkere ezici bir oy çokluğuyla kabul edilmişti, 17 Ekim’de.
Dört gün sonra ise Dağlıca Piyade Taburu saldırıya uğradı ama hükümet tezkere yetkisini kullanmadı ve kimse gidemedi peşlerinden ama konuşanın haddi hesabı yoktu ekranlarda. Yine çok konuşan spikerlerden biri aldı o mikrofonu ve Usta’nın Dağlıca baskını karşısındaki tepkisini şöyle anlatmaya başladı:
‘Başbakan Recep Tayı/ip Erdoğan, ABD Başkanı Bush ile terör konusunda açık ve net bir şekilde konuşacaklarını söyledi. Terörle mücadele konusunda bölgede bir çalışma başladığını ve güvenlik güçlerinin, atılması gereken adımları uluslararası hukuk çerçevesinde atmakta olduğunu, orada kimsenin boş durmadığını söyledi.’
Bu sırada ben evimde konuşmasını dikkatle izliyordum, yanımda küçük kızım var. Başbakan ABD’ye gidecekmiş… Başbakan Bush’la bu olayı konuşacakmış… Önce kızım atıldı ileriye:
- Ne demek bu baba? Bir öfke sezinledim sesinde, kelime aklından değil sanki yüreğinden çıkıyordu.
Ne demek bu baba?
Sanki Kurtuluş Savaşı’nı anlatmak istiyordu bize bu sorusuyla; dört bir yanı işgale uğramış Anadolu’da yoksul halkımızın yüreğiyle başlattığı yüreğiyle kazandığı Kurtuluş Savaşı’nı. Güç varken vurmamak, tehdide seyirci kalmak, kendi işini gidip başkasına sormak, anlayamıyordu bu mantığı kızım ve neden diyordu neden?
Ne demek bu baba, sorusuna hiç cevap veremedim çünkü söz bulamadım.
Acı bir koldan gelmiyor ki peş peşe sıralanıyor, bu kez Büyükanıt, daha yedi ay önce ekranlara çıkıp ‘Irak’a harekat yapılması şart, Barzani Kürt devleti kuruyor, bu bize tehdittir’ diyen Büyükanıt, Erdoğan’la eş zamanlı ve eş anlamlı, donuk ve anlamsız bir yüzle ekrana çıkıyor, acımasız bir sesle ilk söylediğinin aksine ‘şu anda sınır ötesi harekata ihtiyaç olmadığını, Erdoğan’ın ABD ziyaretinin sonucunun beklenmesi gerektiğini’ söylüyordu;
‘Silahlı Kuvvetler, görev verildiğinde sınır ötesi operasyon yapar. Ayrıca ihtiyaç olduğunda biz de talepte bulunuruz. Başbakan Erdoğan’ın ABD seyahati önemli. Onun dönüşünü bekleyeceğiz’
Yine kızım atıldı öne;
- Ne demek bu baba?
Ben yine cevap veremedim.
Dağlıca’da şehitlerimiz kanı yerde kalmıştı, gitmedi hükümet hainlerin ardından, halk iradesi adına Meclis’ten tezkereyi ordumuza da vermedi, giden olmadı Mehmet’in ardından. Söyleyecek bir söz yoktu.
Her şey açıktı.
Çaresizliğin bir başka bir ifadesiydi bu
. Öfkeyle ses çıkarmadan kalktım. İçimdekileri yazdım bir sayfaya durmadan düşünmeden, sesimi size duyurabilmek için. [1]
Dağlıca’da ne oldu?
Türkiye, 2007 yılında çok ağır bir karakol baskınıyla karşı karşıya kaldı. Saldırıyı yapanlar, Kuzey Irak’tan geldi ve saldırısı sonrası yine Irak’a döndü. Çıkan çatışmada 12 askerimiz şehit düştü, 8 askerimiz de Irak’a kaçırıldı.
Durum ağırdı hem de çok!
Dağlıca birdenbire ortaya çıkmış ani bir saldırı değil, zincirleme giden saldırıların sonuncusuydu…
Eylül 2007 Ayı sonunda teröristler, Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesi Beşağaç Köyü yakınlarında su kanalında çalışan işçilerle köy korucularını taşıyan minibüsü taramış, 7’si korucu 12 kişi hayatını kaybetmişti.
Aralarında köy muhtarı ile 3 çocuğu da bulunuyordu. Bir hafta sonra ,7 Ekim 2007’de, teröristler bir komando birliğimize pusu kurmuş, çıkan çatışmada 13 askerimiz şehit düşmüştü.
Acı büyüktü.
Herkes sokağa dökülmüştü ve ‘şehitlerimizin kanı yerde kalmasın, hesabını sorun’, diye haykırarak Hükümet’i göreve çağırıyordu. Halk öylesine haykırmıştı ki terör karşısında sessizliğini koruyan Hükümet, bu kez duymazdan gelemedi.
17 Ekim 2007’de, Meclis’i toplantıya çağırdı.
Toplantıda terör olayları görüşüldü. Millet iradesi adına, Irak’a harekat yapılmasına ve Irak kuzeyindeki PKK kamplarının yok edilmesine karar verildi.
Kamuoyunda heyecan büyüktü ve harekat kararı medyada hak ettiği kadar yerini aldı;
‘Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının, terör örgütü PKK’nın yuvalandığı Irak’ın kuzey bölgesi ile mücavir alanlara gönderilmesi için Hükümete 1 yıl süreyle izin verilmesini öngören Başbakanlık Tezkeresi, 19’a karşı 507 oyla TBMM Genel Kurulunda kabul edildi’.
Usta, tezkerenin TBMM’de kabul edilmesi ile ilgili olarak, ‘Ülkemiz, milletimiz için, teröre karşı mücadeleyi uluslararası bir karar olarak görenler için hayırlı olsun’ diyordu.
Bununla eş zamanlı olarak tezkerenin kabul edildiği dakikalarda Başkan Bush ise tezkereye karşı bir açıklama yapıyordu;
‘Türkiye’nin sınır ötesine asker göndermesi Türkiye’nin yararına değildir.’
Çelişki büyüktü.
Gazeteciler ‘bu ne anlama geliyor’ diyerek Usta’ya sordular;
‘Başkan Bush tezkere hakkında bir açıklama yaptı. Siz de Kasım’da gidip bir görüşme yapacaksınız. Tezkerenin kabulü, bu açıklama ve görüşme öncesinde nasıl değerlendirilmelidir?’
Usta ABD’ye aldırmaz görünüyordu, cevap verdi;
‘Kimin ne dediğini bilmiyorum. Ben sadece şu anda TBMM olarak tüm parlamenterlerimizle biz kahir ekseriyetle bir karar verdik.
Bunun için de kimin ne dediği değil, TBMM’nin ne dediği önemlidir ve bu kararı da TBMM almıştır. Ülkemiz için, milletimiz için, teröre karşı mücadeleyi uluslararası bir karar olarak görenler için hayırlı olsun diyorum.’’
Ne güzeldi değil mi?
Bu konuşmalara bakınca insanı, yiğit bir Başbakan, millet iradesi adına konuşan bir Başbakan, ABD’yi takmayan bir Başbakan, diyesi geliyor ama gerçek hiç de öyle değildi. Neden mi? Anlatayım…
Tezkerenin geçtiği gün, 17 Ekim 2007’dir.
Bu tarih itibariyle teröristler Irak kuzeyindeki Hakurk, Basyan, Avaşin ve Zap gibi her zamanki barınaklarında istirahat etmekte ve olası eylemler için planlar yapmaktadır.
Avaşin terör kampı Dağlıca’da konuşlu birliklerimizin güneyinde, hemen iki saat yaya yürüyüş mesafesindedir.
Basyan’daki teröristler de Aktütün karakolumuzun hemen batısında ve iki saatlik yaya yürüyüş mesafesindedir.
Avaşin’deki teröristlerin Dağlıca’ya, Basyan’daki teröristlerin de Aktütün’e eylem planı yapmak için zamana ihtiyaçları yoktur.
Yani saldırı an meselesidir. Çünkü bu karakollar örgütün elinin ve kolunun hemen altındadır.
Öte yanda..
Teröristlerin bu kamplarda olduğunu Milli İstihbarat bilmektedir. Dolayısıyla Başbakan da bilmektedir, Genelkurmay da. Bu teröristlerin, sınır bölgelerinde fırsat bulursa eğer eylem yapacağını, Binbaşı Ersever’in deyimiyle ‘Sağır Sultan’ da bilmektedir.
Şimdi soralım:
– 17 Ekim’deki şu ünlü tezkere, halk iradesi adına neden Meclis’ten geçmişti?
– Peş peşe saldırı yaparak evlatlarımızı şehit eden teröristlere karşı sınır ötesi harekat yapmak için.
– Peki, bu tezkere yetkisi neden Ordumuza verilmedi?
Çünkü Usta’yı önce stratejik model sonra ise ortak model arkadaş olarak ilan eden ABD, ‘Türkiye’nin sınır ötesine asker göndermesi Türkiye’nin yararına değildir’, açıklaması yaptığı için. Yani 17 Ekim’de Irak’a harekat kararı alınmış ancak Hükümet, ABD tepkisi üzerine bu yetkiyi ordumuza vermediği için bu kamplara harekat yapılamamıştı.
– Peki, Dağlıca baskını ne zaman oldu?
– 21 Ekim, yani tezkereden dört gün sonra.
– O zaman cevap açık; bu harekat yapılmış olsaydı, Dağlıca baskını olmayacaktı. Evet bu kadar da basit, açık ve net..
– Bu durumda şehitlerimizin sorumlusu kimdir?
Diyelim gaflete düştüler, peki, ne oldu Dağlıca’da?
12 askerimiz şehit düştü, sekiz askerimiz kaçırıldı.
İşte tam bu süreçte ATV Televizyon yetkilileri beni aradı. ‘Albayım siz o bölgeyi iyi biliyorsunuz, Dağlıca’da ne oldu, kamuoyuna anlatın’ diyerek beni davet ettiler. İnanın koşa koşa gittim, gerçeği size duyurabilmek için.
Spiker sordu: ‘Dağlıca’da ne oldu?
Benden cevap:
‘Dağlıca şehitlerimizin sorumlusu hükümettir, Türk adaleti er ya da geç bu hesabı sormasını bilecektir’ dedim. Bunu der demez canlı yayını kestiler, haber merkezine bağlanarak yayını durdurdular.
Aslında ben ‘eğer ki Meclis’ten geçen tezkere yetkisi ordumuza verilmiş olsaydı, Dağlıca baskını olmayacaktı’ demek istemiştim ama kimse sormadı bana ne demek istediğimi. Aradan yıllar geçti hala da soran yok.
İşte görüyorsunuz..
Osman Öcalan hani şu İstanbul seçimi öncesinde TRT’ye çıkan terörist. Tam on yıldır haykırıyorum bu Öcalan ’74 askerimizin katilidir’ diye. Bu son TRT vakası çıkınca yine haykırdım ‘katildir’ diye. Meclis’te dahi bu konu konuşuldu.
İYİ Parti son bir çıkışla üçüncü önergeyi de 2 Temmuz 2019’da verdi. Çok da ağır bir konuşma yaptı;
‘TRT, Türk milletinin, vakarını örseleyecek bir yayın politikası gerçekleştiremez. TRT’nin haberleri Türk devletinin, Türk varlığının istikbaline kastetmiş alçaklara açık hale getirilemez. TRT’de bir terörist seçim sonuçlarını etkileyecek şekilde haberleştirilemez.
Kırmızı bültenle aranan bir alçağa TRT mikrofon uzatamaz. Bunun arkasında kimler varsa bu iradeye imkanı kim oluşturmuşsa ortaya çıkacak. Salı günü TBMM Grup Toplantımızdan sonra 39 mebusumuzla birlikte TRT’nin yayın politikası, bu politikaya onay verenler, bunun arkasında imzası ve iradesi olanlarla ilgili suç duyurusunda bulunacağız’ dedi ama…
Sonuçta bu önerge de Usta’nın siyasi partisi ile ‘pazara kadar değil mezara kadar’ dediği ortağı MHP’nin oylarıyla yine reddedildi.
İlginçtir PKK terör örgütünün siyasi ayağı HDP de çekimser kalarak bu ikiliyi destekledi.
Beni yakan ise bugüne kadar bir yetkilinin çıkıp da çağırmayışı, ‘bu konuda ne biliyorsun’ diye sormayışı oldu.
Resmen varlığımızı yok sayıyorlardı, Dağlıca’yı ve şehitlerimizi…
Hepsi bu kadar olsaydı keşke, biz nerden bilecektik ki ATV’nin ertesi gününde Hürriyet gibi bir gazete manşet atacak, ne olduğu belirsiz bir resim gösterip, üstüne de ‘Dağlıca’nın intikamı alındı’ diyecekti.
Hala anlayamamışlar bir teröristin ölmesiyle şehitlerin hesabı sorulmuş mu oluyordu?
Biz neden önlemediniz, neden tehdidi yok etmediniz diye haykırırken, onlar asıl gerçeği gizleyebilmek adına mesaj gönderiyordu topluma günah çıkarmak için, şehitlerin intikamı alındı diyerek.
Ah çileler ah, hep bu yürek mi çekecek. İşte o gün tanıdığım Usta işte buydu, daha ne diyeyim…
Bir de Yaşar Büyükanıt vakası var, kulaklara küpe olması gereken tıpkı Dağlıca gibi..
Dağlıca baskınından hemen sonra dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt terör örgütüne karşı harekat gündeme geldiğinde ‘şu an harekata ihtiyaç yok’ demiş ve ‘hele bir Başbakan ABD’ye gitsin gelsin bir bakalım’ diyerek karşı harekata gerek görmemişti.
Oysaki aynı Büyükanıt bu saldırıdan tam yedi ay önce ekranlara çıkmış, üstüne basa basa ‘Irak kuzeyinde Kürt devleti kuruluyor, acilen sınır ötesi harekat yapılması lazım’ diyerek Usta’dan sınır ötesi harekat yetkisi istemişti.
Usta yetkiyi vermedi, harekat yapılamadı ama peki, ne olmuştu da aynı Büyükanıt yedi ay sonra ekranlara çıkıp Dağlıca için ‘şu an harekata gerek yok’ diyebilmişti?..
İşin sırrı, aynı Büyükanıt’ın ‘12 Nisan 2007 ‘gece yarısı bir başıma yazdım ve Genelkurmay resmi web sitesinden de bir başıma yayınladım’ dediği sözde muhtırada yatıyor.
Sonrasında Usta ile Büyükanıt arasında yapılan ‘Dolmabahçe’ görüşmesinde yatıyor.
En büyük sır da bu görüşmenin hemen akabinde kod Ergenekon denilerek Türk Ordusuna karşı başlatılan kumpas soruşturmasında yatıyor.
Tüm bunları daha önce sizlere sunduğum ‘Türk Ordusu Nereye’ adlı kitabımda anlatmıştım. Bu bilgilere ulaşabilirsiniz.
Sonuç olarak Dağlıca, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bir taburu Irak kuzeyi Barzani bölgesinden gelen silahlı bir gurubun saldırısına uğradı. 12 asker şehit düştü, sekiz asker kaçırıldı.
Usta’ın elinde millet iradesi adına sınır ötesi harekat yetkisi vardı ama bu yetkiyi kullanmadı, kaçırılan askerlerimin peşinden de kimse gidemedi.
Peki bu askerlerimizi kim geri getirdi biliyor musunuz?..
HDP evet saldırıyı yapan örgütün siyasi ayağı HDP.
Gitti Irak’a, örgütün yöneticileriyle medya önünde açık açık görüştü ve askerlerimizi alıp geri getirirken de bol bol resim çektirdi.
Medya da bunu canlı yayında Türk milletine izlettirdi.
Şimdi bu ağır vakaya yüreğimizdeki öfkeyi hafızamıza çekip uluslararası hukuk açısından bakalım…
Birleşmiş Milletler üyesi ve tüm dünya tarafından sahip olduğu sınırlarda hükümranlık haklarına sahip bir Türkiye, sınırları ötesinden saldırıya uğramış ve bunun sonunda ağır bir kayıp vermiştir.
Türkiye’nin aynı anda ve çok daha ağır bir şekilde bu saldırıya karşılık verme hakkı vardır ama bu hak kullanılmamıştır.
Bu saldırıyla bağlantılı olarak Türkiye’nin saldırıya yapan örgüte hem de siyasi ayağı olan HDP’ye karşı yargıyı harekete geçirme hakkı vardır, ama bırakın bu partiyi yargılamayı, hala bu siyasi ayağın bağlı olduğu silahlı örgüt hakkında açılmış bir çatı yoktur.
Tüm bu olan bitene karşılık Usta’nın da millet iradesi adına doğrudan harekete geçme hakkı vardır, ama bırakın bu hakkın kullanılmasını aksine Usta’nın ABD’ye gidişiyle milli bir mesele sözüm ona çözüm okyanus ötesine taşınmıştır.
Sonuçları itibariyle Dağlıca’ya baktığımızda, küresel siyasi projenin silahlı ayağı olan bu örgütün himaye altına alındığı, aynı zamanda bu saldırı üzerinden Türk Ordusuna karşı ağır bir psikolojik harekat yürütüldüğü çok açık ve net görüyoruz.
Dağlıca üzerinden Türk Ordusu terör örgütüne karşı güçsüz gösterilmiş ve her gün yapılan canlı yayınlarla Türk Milletinin ordusuna duyduğu güven sarsılmak istenmiştir.
Akabinde verdiğimiz canların sorumlusu Türk Ordusu gösterilerek süreç hızlandırılmış, Habur’a kadar uzatılarak teröristler için özel mahkemeler kurulmuş, hepsi serbest bırakılmış, halkın içine salınmıştır.
Böylece 90’lı yıllarda terör nedeniyle göç eden yüzbinlerce kardeşimize bugün Suriyeli sığınmacılara gösterilen ‘şefkat’ gösterilmediği için mağdur edilen halkımızın örgütün içi çe girmesi sağlanmıştır. Nihayetinde iş, PKK ile HDP’nin Şemdinli Bağlar köyündeki hani şu Efkar Tepesinin altındaki buluşmasına kadar uzanmıştır.
Bana sorarsanız, ne büyük acıdır ki Dağlıca ikinci çuval vakasıdır, Kod Ergenekon soruşturması da üçüncü.
İlkini biliyorsunuz zaten, Amerikalının 4 Temmuz 2003’te, Kuzey Irak Süleymaniye’de yani tarikatın kurucusu Şeyh Halid’in doğduğu kentte Türk Askerinin başına çuval geçirdiği vaka, Türk tarihine yazılmış kara bir sayfa.
Usta o tarihte Başbakan’dı ve ABD’ye nota verilmesini isteyen muhalefete ‘ne notası veriyorsun, müzik notası mı’ diye cevap vermişti.
Bu yönleriyle bakıldığında Dağlıca, Türkiye’yi hedef almış küresel siyasi projenin kendi içimizden nasıl işletildiğini açığa çıkaran ibret olasıca bir örnektir.
Ta başta ne demiştik, Türkiye peş peşe üç ağır darbe yaşadı; kod Ergenekon, kod 17/25 ve kod 15 Temmuz…
Üçünü de yapan aynı örgüttü; FETÖ!..
İlk darbenin hedefi Türk Ordusuydu, siyaset destek verdi.
İkinci darbenin hedefi Cumhurbaşkanı Erdoğan’dı, ABD ve İsrail destek verdi.
Ama iş 15 Temmuz’a gelince ortalık karıştı; hedef Türkiye’ydi diyen var, içsavaş çıkarılacaktı diyen var, Erdoğan’dı diyen var, hedef Türk Ordusu, Türk Cumhuriyeti diyenler de var.
İşin bundan sonrası artık bize kalıyor; önce Türk Ordusuna kumpas, arada 17/25… sonra 15 Temmuz, arada Suriye… birbirini tetikleyen ve zincirleme giden karanlık bir süreç.
İşte şimdi iş bu karanlık süreci aydınlatmaya kalıyor, aklı selim cevapları masaya sermeye kalıyor ve nihayetinde Türkiye’yi hedef almış küresel siyasi projede asıl siyasi ayağı görmeye kalıyor.
Demiştim bu coğrafyada hiçbir şey tesadüfen olmuyor, hiçbir şey de gizli kalmıyor…
Gelecek bölümde Türk Milleti’nin yaratılış destanı olan Ergenkon’u anlatacağım..
Kitap:
Usta’nın Göremediği Siyasi Tuzak
[1] Erdal Sarızeybek, Kurt Kapanı ‘Tehlike Ağır ve Yakın’, Pozitif Yayınları