100. YılÖzel Haber

Ekmeleddin.. ‘Nasıl Bulduk’

Gümüşhaneli Dergahı Siyasete Yön veriyor…

11 Ekim 1951’de, İlim Yayma Cemiyeti kuruldu.

Bakınız içinde kimler var;

‘Turgut ve Korkut Özal, Muammer, Sabahattin, Abidin, Mustafa ve Eymen Topbaş, Yusuf Türel, Prof. Ayhan Songar, Prof. Nevzat Yalçıntaş, Mehmet Aydın, Prof. Salih Tuğ, ve sanayici İbrahim Bodur.’

1970’de İslami İlimler Araştırma Vakfı kurulacak, yönetim kurulu üyeliğine de, 2014’te MHP ve CHP liderleri tarafından çatı aday gösterilen Ekmeleddin İhsanoğlu getirilecektir[1].

Vakfın yayınladığı ilk beş eser sırasıyla şunlar olacaktır;

‘İslam Hukukuna Göre Alışverişte Vade Farkı ve Kâr Haddi’, ‘İslam’da Kılık Kıyafet ve Örtünme’, ‘İktisadi Kalkınma ve İslam’, ‘ Para, Faiz ve İslam’, ‘Bilgi, Bilim ve İslam’, ‘Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli’…

1 Aralık 1951’de, Ahmet Emin Yalman tarafından ‘Avrupa ve Dünya Federasyonu Fikrini Yayma Cemiyeti İlim Yayma Cemiyeti açıldı.

Kurucuları arasında Prof. Şükrü Baban’ın yanı sıra Türkiye’nin tanınmış akademisyenleri de vardı;

‘Fahrettin Kerim Gökay, Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Prof. Kazım İsmail Gürkan, Prof. Ömer Celal Saraç, Prof. Mustafa Şekip Tunç, Prof. Sıddık Sami Onar, Prof. Kerim Erim, Prof. Ali Fuat Başgil, Prof. Yavuz Abadan, Prof. Nihat Reşat Belger, Dr. Adnan Adıvar gibi[2]

Uğur Mumcu yıllar sonra tarikat-para-siyaset ilişkisini şöyle açıklayacaktır;

‘Faizsiz bankalar, bu bankaların kurucuları, bu banka kuruluşlarının siyasal etkinlikleri ve bu finans kurumlarına ayrıcalıklar… İlim Yayma Cemiyeti ve Aydınlar Ocağı’ndan gelip Suudi ortaklıklarıyla güçlenen, gün geçtikçe büyüyen bir para imparatorluğu’[3]

1942’de, Nakşibendi Şeyhi Küçük Hüseyin Efendi’den halifelik icazeti alan Ömer Fevzi Mardin eliyle Kadıköy’de İlahiyat Kültür Telifleri Derneği kurulmuştu.

Sonrasında yaşanan dramlar günümüzü anlayabilmek için önem taşıyor…

Soner Yalçın anlatıyor;

 ‘Ömer Fevzi Mardin[4] 1942’de Kadıköy’de İlahiyat Kültür Telifleri Derneği’ni kurdu.

Amacı Dinler arası Diyalog’du. Dinler arası diyalog konusunda en büyük desteği Protestan gezici rahip Dr. Frank Buchman’dan alıyordu.

 Onları, Ahmet Emin Yalman tanıştırmıştı. Bir de ortak bir ezici düşmanları vardı; komünizm. Şeyh Ömer Fevzi Mardin müritlerini Amerika hayranı yapmak için neler söylemiyordu ki; güya ABD Başkanı Franklin Roosevelt Şeyh Küçük Hüseyin Efendi’nin dervişanından Washington Büyükelçisi Münir Ertegün vasıtasıyla gizlice Müslüman olmuştu.

Evangelist rahip Dr. Buchman, Ahmet Emin Yalman ve Fener Rum Patriği Atenagoras, üçü birlikte komünizmin yıkılması için Eyüp Sultan Cami’ne gidip dua ediyorlardı:

21 Şubat 1946’da Fener Rum Patriği seçilen Maksimos, Sovyetler Birliği yanlısı’ diye 1948’de istifaya zorlanacak, yerine Kuzey ve Güney Amerika Başpiskoposu Atenagoras bir gecede Türk vatandaşı yapılacak, ABD Başkanı Truman’ın özel uçağıyla getirilip Fener Patrikhanesi’nin başına geçirilecekti. 

Başbakan Adnan Menderes’in elini öptüğü Patrik Atenagoras’ın Türkiye’de ilginç ilişkileri vardı; Mesela Said-i Nursi ile sohbetleriydi, Menderes, Said-i Nursi’nin de elini öpecekti.’[5]

Uğur Mumcu Süleymancıları da bu konuya çekiyor;

‘Süleymancılar da İkinci Dünya Savaşı döneminde Hitler’in aslında Müslüman olduğunu, Türkiye’ye girerek Hıristiyan yandaşı dinsiz İnönü hükümetini düşüreceğini, Türkiye’de İslam devleti kurarak, bu devletin başına Süleymancıların lideri Tunahan’ı geçireceğini öne sürüyorlardı.

 Bu nedenle eski Kudüs Müftüsü’nün yönetiminde bir birlik oluşturmuş ve gizli olarak Yugoslavya’ya giderek Hitler’in İslam SS birliklerine katılmışlardı’[6].

Günümüzde ABD Başkanı Obama Müslüman’dı, diyen zihniyetleri görmek artık şaşırtıcı gelmiyor çünkü böylesi bir geçmişi var…

Bu dönemde ABD ile Türkiye arasındaki ilişkiler daha da yakınlaşmış, ABD’de vefat eden Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesi, ABD Donanması’nın en büyük savaş gemilerinden birisi olan Missouri ile Türkiye’ye gönderilmişti.

5 Nisan 1946’da Türkiye’ye ulaşması, kamuoyunda ABD’ye karşı büyük bir yakınlığa yol açmıştı. Öyle ki Missouri’nin karşılanması için büyük hazırlıklar yapılmış, posta pulları çıkartılmış, caddelere bayraklar asılmış, hatta özel ‘Missouri Sigaraları’ bile üretilmişti[7]..

Türkiye’nin dış politikasında İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan Doğu-Batı ekseninde Batı’dan yana tavır almış olması bir ölçüde anlaşılabilir.

Özellikle savaşta tarafsız olmasına karşın savunma amaçlı olarak milyonu aşkın asker besleyen Türkiye’nin Stalin’in tehditleri karşısında Ruslarla yeni bir savaşı göze almamış oluşu, bu nedenle Batı’dan yana tercihi kullanış olması da anlaşılabilir.

Neticede Türkiye bir bağımsız devlettir, ulusal çıkarlarını korumak adına uluslararası ilişkilerini düzenleyecek, uluslar arası teşkilatlara katılacak, anlaşmalar yapacak, sonuçta kendi ülkesini ileri refah, çağdaşlık ve aydınlanma düzeyine eriştirebilmek için bir siyaset elbette izleyecektir.

Ancak tüm bunlar Cumhuriyet İdaresi’nin cumhuriyetin kuruluş felsefesinden ve başta Doğu meselesi olmak üzere birikmiş bir yığın sorunun çözümünde benimsenmiş yol haritasından ayrılması için yeter sebep midir?

Her şeyden önce hem CHP’nin son yıllarında yönetimde olanlar hem de Demokrat Parti’nin yönetici kadrosu Cumhuriyet’in ilk yıllarında yetişmiş ve Cumhuriyet’in ne anlama geldiğini iyi bilen kadrolardı.

Cumhuriyet’in karşı karşıya kaldığı en büyük sorunun, 1920’den itibaren 1938’e kadar süregelmiş ve Halid-i Nakşibendi şeyhlerinin öncülük ettiği isyanlar olduğunu biliyorlardı.

Üstelik bu isyanların arka planında başta Ruslar ve İngilizler olmak üzere Ermeni, Nesturi gibi iç etnik unsurların etkili olduğunun farkındaydılar.

Biliyorlardı ki Cumhuriyet Yönetimi’ne en büyük tehdit, kutsal dinimiz siyasete alet edilmesinden yani küresel siyasetin yörüngesinde hareket eden ve bugünkü anlamıyla dini siyasete alet ederek halkın kutsal inançları üzerinde oyun oynayan silahlı ve siyasi bir örgüt tablosu gösteren Nakşi Tarikatı’nın bazı şeyhlerinden kaynaklanıyordu.

Sırf bu şeyhlerin masum halkımız üzerindeki otoritesini kırmak için 1925 yılında tekkeler kapatılmış ve bu Cumhuriyet kadroları da buna tanıklık etmişti.

Üstelik bu tarikat şeyhleri, toprağa bağlı, on binde birinin ancak okuma yazma bildiği, feodal sistemin kölesi durumuna getirilmiş masum halktan kaynağını alıyordu.

Cumhuriyetin rayına koyduğu çözüm süreciyle bir yanda toprak reformu, diğer yanda cumhuriyet köyleriyle aydınlanma ve kalkınma hamlesini başlatmıştı.

Hal böyle iken, Sovyet tehdidi ileri sürülerek Batı’ya kayma bir yana, iç politikada Türk tarihinde derin izler bırakmış ve Cumhuriyet’i doğrudan hedef almış olan bu tarikat şeyhlerine güç kazandıracak yasal düzenlemelerin yapılması..

Yine masum halkın bu şeyhlerin ve onlarla birlikte hareket eden feodal ağaların yönetimine terk edilmesi anlaşılır bir husus değildir.

Doğal olarak bu noktada akıl ve mantık, Türk siyasetine yön verenlerin basit anlamda çıkar değil, çok daha önemli olan kendi kutsallarıyla hareket ettiklerini düşünmektedir.

Gümüşhaneli Dergahı’nda yetişen siyasi şahsiyetlerin ısrarla ayrılıkçı Kürt hareketine güç katacak karar almaları ve uygulamaya yapmaları karşısında söylenebilecek başka bir söz bulabilmek oldukça zordur.

Yine doğal olarak, Şeyh Halid’den bu yana iki yüz yıllık, 1908’teki ilk siyasi Kürt örgütlerinden bu yana yüzyıllık siyasi Kürt hareketine yön veren bu tarikatı kim yönetmektedir, diye sormak da anayasal demokratik özgürlükleri olan her yurttaşın hakkıdır.

Durum bu kadar vahim mi, derseniz, evet vahimdir.

Özellikle Osmanlı’nın buhranlı yıllarında devlet kademesiyle iç içe olan ve halk üzerinde de önemli bir etki alanı oluşturan bu Nakşibendi Dergahı Cumhuriyet sonrasında da faaliyetlerine ara vermemiştir, şöyle ki;

‘Gümüşhaneli Dergahı o yıllarda(tekkelerin kapatıldığı yıllar) faaliyetlerini gizli ve çok dar bir alanda yürüttü. Dergaha girmek isteyenler öyle eskisi gibi inceden inceye soruşturulmuyordu. Necmeddin Erbakan gibi birkaç üniversiteli böyle bir ortamda Gümüşhaneli Dergahı’na girdiler.

Şeyhleri Abdulzaziz Bekkine vefat edince yeni şeyhleri Mehmet Zahid Kotku’ya miras olarak kaldılar. Şeyh Bekkine çevresinde oluşturduğu üniversite hocaları ve öğrencilerinden geniş bir mürit kitlesini Şeyh Kotku’ya bırakmıştı.

Kotku ülkenin ekonomik, siyasal, toplumsal her türlü sorunuyla ilgilenen, müritlerini de aynı yönde ilgilenmeleri için teşvik eden biriydi.

Kotku aynı zamanda politika ile de içli dışlıydı. AP’den umudunu kestiği için ‘artık ayakları üzerinde durabilecek’ İslami bir partinin zamanının geldiğini düşünerek adını da kendisinin koyduğu Milli Nizam Partisi’nin kurulmasını teşvik etti.

MNP’nin genel başkanı olarak Necmettin Erbakan’ın adını ortaya atan kişi de Mehmet Zahid Kotku’ydu’[8].

Şimdi..

Bu araştırma sonucundan da açıkça görüleceği üzere, bu tarikat siyasete yön vermektedir.

Özellikle Özal’ın bu dergahta yetişmesi, 1991 Körfez Savaşı’na izleyeceği siyasetle ayrılıkçı Kürt hareketine ivme kazandırması karşısında, Şeyh 2’nci Abdusselam Barzani’den günümüze bu dergahın siyasi Kürt Hareketini yönetici bir siyaset izlediği ortaya çıkmaktadır.

Türkiye’deki siyaset ise daha sonra konumuza girecektir…

Kitap:

Büyük Suikast/ Kürt Gerçeğinde Bilmediklerimiz


[1] Uğur Mumcu, ‘Rabıta’, s. 151, UM: AG Yayınları, 2007.

[2] Yalçın, ‘Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı, E3fendi-2’, s. 49.

[3] Mumcu, ‘Rabıta’, s. 153.

[4] Ömer Fevzi Mardin; Nakşibendi şeyhi Küçük Hüseyin Efendi’den icazet almış, halife olmuştur(bkz: Yalçın, Efendi-2, s. 47).

[5] Yalçın, ‘Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı, Efendi-2’, s. 47.

[6] Mumcu, ‘Rabıta’, s. 104.

[7] Ertem, ‘Türkiye Üzerindeki Sovyet Talepleri ve Türk-Sovyet İlişkiler (1939-1947)’, s. 268.

[8] Yalçın, ‘Hangi Erbakan’,s. 47.

Başa dön tuşu