100. YılÖzel Haber

Misyon Nedir.. ’34. Gün’

İçimizdeki Misyon..

Bir ara sizlere ‘Amerika her iki büyük harbin sonunda Ortadoğu’ya inemedi, ancak İsrail’le ileri karakol kurdu ve 11 Eylül terör saldırısı bahanesiyle 91 ABD-Irak savaşıyla bölgeye silahlı güçleriyle geldi’ demiştim. 

Ancak ABD tek başına değil, kutsal kitaplarda yer alan işte bu ayetlerle birlikte Ortadoğu savaş arenasına indi.

Bu noktada her ne kadar kimi çevreler Tevrat ve İncil’in tahrif edilmiş olduğunu ileri sürüyor olsa da, bunun süreç açısından hiçbir önemi olmuyor çünkü  Haçlı alemi bu ayetlere inanıyor ve bu savaşların kutsal olduğunu düşünüyor.

Akademik dilde daha önce bahsettiğim gibi buna teo-strateji diyorlar yani ‘insan inançları üzerinde oynayarak bunu siyasi askeri ve ekonomik güce dönüştürme sanatı.

Şu an Ortadoğu’da yaşanan savaşların stratejik temelinde bu yatıyor.

Tıpkısının aynısını bir zamanlar Mekke Şerifi Hüseyin de Fahreddin Paşa’ya karşı yapmıştı,Kabe’yi bombalayacaklar’ diye bildiriler dağıtarak halkı kışkırtmış, bundan güç elde etmeyi ummuştu.

Bununla da yetinmeyen Şerif Hüseyin, Osmanlı’nın Mekke ve Medine gibi kutsal şehirlerden çekilerek yerini İngilizlere bırakması için, ikinci bir bildiri dağıtmış ve bu kez, Osmanlı askerini ahlaksızlıkla suçlayarak din kışkırtmasını sürdürmüştü.

Bunu da yaşadı Türkiye kod Ergenekon kumpasında, ordumuza yönelik ahlaksız ithamlarda bulunuldu, manşet manşet yayım yapıldı.

Teo-stratejik oyunlarda bu temalarla halkın ahlaki değerlerinin nasıl suistimal edildiğinin görülebilmesi için Şerif Hüseyin’in dağıttığı bildiride geçen şu sözler dikkatle okunmayı hak ediyor: 

“…İttihadçılar’ın liderlerinden olan Cemal Paşa, Şam’da canının istediği kişiyi asıyor yahut vurduruyor. Orada açtığı bir gece kulübünde Şam’ın önde gelen ailelerinin kızlarını hizmetkár gibi kullandırıyor. Skandallarla dolu bu içkili umumhanede toplu seks partileri düzenleniyor ve Paşa subaylarına kendisine refakat etmelerini emrediyor. Verilen demeçlerde dini ve milli duygularımıza hakaretler ediliyor…”[1]

Aynı filmi Kod Ergenekon kumpasında medyanın ‘Türk Ordusu Fatih Camiini bombalayacaktı’ manşetleriyle yaptığı algı operasyonunda da görebiliyoruz.

 İşin aslı tarihimizde bunun çok örnekleri var, 1925 Şeyh Said isyanında Cumhuriyete karşı aynı yol izlenmişti….

Cumhuriyet ordularına karşı masum halkı isyana sürükleyebilmek için, şeyhler, şıhlar, seyitler din üzerinden kışkırtıcılığı yapmaktan hiç geri durulmamış ve halk cumhuriyet ordularına karşı savaşa çağrılmıştı;

…Zaptedeceğiniz Türk topları, Türk tüfenkleri, Türk mühimmatı, size kafidir. Rehberiniz Muhammed, yardımcınız Allah’tır. Kuvvetiniz, hükümet kuvvetinin kat kat üstündedir. Cesaretiniz ve yiğitliğiniz, bütün dünyada bilinmektedir.

Gafletten kurtulun, el ele vererek mukaddesatınızı kurtarın… kurtaracağınız İslami mukaddesat ve milli haklar ile peygamberin ruhunu ve dedelerinizin ruhlarını şad edecek, onların soyundan gelmiş olduğunuzu ispat etmiş olacaksınız…’

Burada din üzerinden siyasetin sadece Türkiye’de değil, tüm bu coğrafyada etkili olduğunu görebiliyoruz.

 Akademik bir kavram olarak teo-strateji ister Müslüman ister Haçlı aleminde insanların sahip olduğu inanç kültürleri üzerinde oynayarak, bunu siyasi-askeri-ekonomik güce dönüştürme sanatı olarak tanımlanıyor.

Gerçi sanat deyince insan aklında sıcak bir algıya yolaçıyor ama işin aslı öyle değil, bu kavram kutsal inançların her alanda  suistimalinden başka bir şey değil.

Kutsal inançları bir araç olarak kullananların  tanımı ise çok açık; 

Gazi Paşa’nın Softa sınıfının din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler. İğrenç kimselerdir’ ifadesinde  kendini gösteriyor.

Hal böyle olsa da devletler, siyasetçiler ve küresel sermaye farklı amaçlarla bu yola başvurabiliyor.

Bu nedenle Türkiye’nin  litaretüre girmiş olan bu kavramla haşır neşir olması gerekiyor. Prof. Dr. Nadim Macit’e göre teo-strateji, deyim yerindeyse güç elde etmek için kullanılan bir savaş aracı. İşte o sözleri;

 ‘Teo-strateji, kültürel bilinci, ortak tasavvur biçimlerini, sembolleri ve mitleri dini-politik dille ortak bir amaç için güç unsuruna dönüştürmektir. Farklı inanç ve kültür havzalarını dönüştürme ve kendi politik-ekonomik kurallarına bağlama yönetimidir.

Diğer yönüyle teo-strateji, dini, devletlerin ve güç merkezlerinin farklı nedenlerle uyguladıkları politik pratikleri meşrulaştırma aracıdır.

 Bir başka deyişle, inanç ve kültür coğrafyasını güce dönüştürme, inanç ve kültürel değerler yoluyla farklı dini-kültürel havzaları etkileme ve dönüştürmek şeklinde tanımlanabilir.’[2]

Nadim Macit bu şekilde ilerleyerek teo-stratejik siyaset uygulayanların, hangi alanda kullanılırsa kullanılsın, asıl amacının inançları güçlendirmek değil, bunun üzerinden güç elde olduğu sonucu varıyor.

Bunun en çarpıcı örneğini de Osmanlı’nın yıkılış döneminde egemen devletlerin dini azınlıkları kendi emelleri için nasıl kullanmış olduğunu anlatarak veriyor.

Macit’in tespitlerinde Misyonerlerle Roma Kilisesi önemli bir yer tutuyor;

 ‘Teo-stratejinin en önemli uygulama aracı da misyonerlerdir. Misyonerlik, kendi inanç ve kültür dünyasının dışında kalan toplumların kültürel kodlarını çözümleme, buna bağlı olarak politik ve ekonomik amaçları gerçekleştirme faaliyetlerini içeren stratejik bir kavramdır.

Ruhbanlarla sınırlanan ve kurumsal yapıya taşınan dini yayma faaliyeti, belli bir aşamadan sonra kutsal nitelikli politik amaçlara dönüşmüştür. Modern öncesi dönemde kendini İslam’a karşı mevzileyen kilisenin hedefi dünyaya hükmetmek olmuştur. Bu, Roma Kilisesi’nin değişmez hedefidir[3].

Meseleyi Misyonerlikten ele alarak işe koyulan Dr.Macit, sonunda  Patrikhane’ye ulaşıyor ve buradan Türkiye’ye karşı uygulanan teo-stratejinin temeline inildiğinde ‘Bizans’ karşımıza çıkıyor;

‘Patrikhane’nin (Fener Rum Patrikhanesi) kendisini ekümenik ilan etmesini dini ve masum bir mesele görenler; siyasi tarih, gelenek ve strateji ekseninde Osmanlı Devleti’nin gerileme sürecine girişiyle birlikte yaşanan olayları yeniden gözden geçirmeleri gerekir. Osmanlı Devleti gerileme sürecine girince, yıllardır inanç ve dini hayatları hukuki teminat altına alınmış dini azınlıklar, Bizans politikaları sürdürmüşlerdir. 

Her zaman Türkler aleyhine çalışan Patrik  III. Parthineus Eflak Prensine gönderdiği mektupta şöyle der;

‘İslam döneminin süresinin dolmasına az kalmıştır. Hıristiyanlık dinin sadası yeniden bütün dünyayı kaplayacaktır. Ona göre tedbirler almamız gerekir.’

Patrik V. Gregorius ise geleceğe şöyle seslenmektedir;

Biz, gelecek olan şehrin peşindeyiz. Barbaropolis’te yaşamak istemiyoruz. Amacımız Konstantinopolis’e ulaşmaktır.’ [4]

Şimdi..

Aslında insanoğlunun hafızası nankör, çabuk unutuyor söylenenleri.

Biraz geriye dönüp bakılırsa, ABD’de gerçekleşen 11 Eylül saldırılarının ardından Başkan Bush da Bizans hatırlatması yapmıştı ama çabuk unutmuşuz.

Anımsayınız, ne demişti;

‘Saldırılar güçlü bir devi uyandırdı. Tüm dünyayı teröristlerden temizleyeceğiz, başlattığımız mücadele bir Haçlı Savaşı’dır’ demişti.

Neydi bu Haçlı Seferi?

1095 ve 1272 yılları arasında yapılan, Avrupalı Katolik Hristiyanların ve Papanın talebiyle Müslümanların elindeki kutsal topraklar üzerinde askeri ve siyasi kontrol kurmak için düzenlemiş oldukları seferlerdi.

Asıl amacı ise; 1071 Malazgirt Zaferinden sonra Bizans hakimiyetindeki Anadolu’ya giren Türkleri yok etmek ve başta Kudüs olmak üzere kutsal toprakları ele geçirmekti.

Sadece Amerika değil, Avrupa da var işin içinde. 2004’te Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac da Amerika’ya aynı dili kullanmıştı.

 Chirac, ‘Hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız’ diyerek dünyaya mesaj göndermişti. 

Yani bu Fransız ‘Biz Bizans’ın çocuklarıyız siz ise Alparslan’ın çocuklarısınız’, demek istiyordu.

Açıkçası bize ‘Bizans topraklarını ele geçiren işgalcilersiniz’ diyordu bu Fransız Chirac, daha ne desin!

İsterseniz Haçlı Seferlerine gitmeyelim, yakın tarihimize aynı pencereden bakalım..

Birinci Dünya Savaşı sonunda iki milyon kilometre kare toprak kaybettik ve 1918’de ateşkes yaptık bu Bizans’ın çocukları ile.

Ama yine de durduramadık işgalcileri ve ateşkesin ertesi gününde İstanbul’u işgal ettiler.

Bu yetmedi, İzmir’i işgal edip savaşı Ege’ye yaydılar.

Polatlı’ya kadar geldiler ve bize bir Sevr haritası sundular;

 Doğu’da Ermenistan-Kürdistan, kuzeyde Pontus-Rum, batıda Bizans ve ortada Osmanlı, küçücük bir Osmanlı, o kadar küçük ki sanki bir lokma.

Düşünüyor o zaman insan…

Ateşkes yapılmış ama neden düşman hala durmuyor, saldırıyor, amansızca saldırıyor, düşmandaki bu öfke neden, diye düşünüyor insan.

Halbuki öfkenin nedeni açıktı ama biz göremedik.

Tıpkı bugünkü gibi, bize saldıranlar Bizans’ın çocuklarıydı ve Bizans’ı geri istiyordu, öfkenin nedeni buydu. 

Sonra devran döndü ve İkinci Dünya Savaşı sonrası İngiltere-Fransa Ortadoğu’dan çekildi. 1948’te Filistin toprakları işgal edilerek İsrail diye bir devlet kuruldu ve Ortadoğu ABD’ye bırakıldı.

Böylece biz de Haçlı Ordusu ile karşı karşıya kaldık.

Şimdi bu tarihsel bakış içerisine Kod Ergenekon kumpas soruşturmasını koyalım.

Ergenekon nedir?

Türk’ün var oluş destanıdır. Biz Türkler Ergenekon’la var olup Anadolu’yu yurt edinmişiz. Hukukçular açık açık anlattı, adli bir soruşturmaya Ergenekon adının verilemeyeceğini, Türk’ün var oluş destanının terör ve şiddetle yan yana getirilemeyeceğini söyledi.

Ama getirdiler, çocuklarımızın hafızasına Ergenekon’u destan olarak değil bir suç örgütü olarak kazıdılar, yani hafızamızı silmeye çalıştılar ve hala da çalışıyorlar.

Durum bu.

Nadim Macit’in bir ucu Bizans’a giden bu teo-stratejik yaklaşımıyla ortaya çıkan sonuçlar hemen aklımıza Osmanlı’ya ve Cumhuriyet karşı çıkarılan isyanlardaki dini motifleri getiriyor.

Şimdi Haçlıyla aynı yaklaşımla giden bu isyancı şeyhleri, şıhları, seyitleri bu resimde nereye koyacağız?

 Alın Osmanlı’ya isyan edenleri; Şeyh Ubeydullah, Şeyh Abdüsselam Barzani ve Molla Selim. Her üçü de tarikat şeyhiydi ve her üçü de Halidi Nakşi tarikatından idi.

Şimdi gelin bir bakın Koçgiri isyanını tertipleyen Seyit Abdulkadir’e, Diyarbakır isyanını çıkartan Şeyh Said’e, Şemdinli isyancısı Şeyh Abdullah’a, Dağlıca baskınını yapan Molla Mustafa Barzani’ye ve de Ağrı isyanı tezgahlayan Taşnakçı şeyhlere. 

Onlar da aynı tarikattan ve hepsi ya şeyh ya şıh ya molla ya seyit.

Bunlar yan yana geldiğinde, Haçlı aleminde teo-stratejiyi politik amaçlarla kullananlar nasıl ki Misyonerler ise, Türkiye’de kutsal inançlarımızı kışkırtarak harekete geçenlerin şeyhler şıhlar ve mollalar olduğunu görebiliyoruz artık.

Bu neyi gösterir?

Bu bize hangi inanç dünyasında olursa olsun hedefe giden yolda kullanılan temel aracın din olduğunu ve kutsal inançların da dini kisveye bürünmüş kişiler eliyle kullanıldığını gösterir.

Bu aynı zamanda bize, din kisvesi altına gizlenmiş kişilerin asıl toplanma merkezlerinin Haçlı aleminde kiliseler, havralar, Patrikhaneler; Müslüman aleminde ise tekkeler, dergahlar, tarikatlar olduğunu gösterir.

Belki Türkiye açısından meselenin düğüm noktası bu olmalı çünkü bugün Haçlı’nın Misyonerleri nasıl ki Türkiye’ye karşı konumlanmış küresel projelerde vazifeli ise, izledikleri aynı siyasetle bazı şeyhler, şıhlar ve seyitlerin Türkiye karşısında aynı şekilde vazifeli oldukları artık ortaya çıkıyor.

Oysaki Gazi Mustafa Kemal Atatürk bu tehlikeyi Şeyh Said isyanında görmüş ve bunu öneyebilmek adına, 25 Şubat 1925’te, Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na özel hüküm koymuştu.

Böylecedini ve mukaddesatı siyasi amaçlara esas ve alet etmek maksadıyla cemiyet kuranlar’ vatan hainliği kapsamına alınarak bu suça karşılık ‘idam’ cezası getirilmişti. 30 Kasım 1925’te çıkarılan bir kanunla da tekke, zaviyeler ve türbeler kapatılmıştı.

Ama şimdi Türkiye’nin böyle bir kanunu yok. 

‘Hıyaneti Vataniye Kanunu’,1991 yılında Körfez savaşının hemen sonrasında çıkarılan 3713 Sayılı ‘Terörler Mücadele Kanunu’ ile kaldırıldı. Turgut Özal Cumhurbaşkanı idi. Ne ilginçtir ki yerine getirilen kanunda ‘‘dini ve mukaddesatı siyasi amaçlara esas ve alet etmek maksadıyla cemiyet kuranlar’ maddesi yoktu yani bir zamanlar vatana ihanet olarak kabul gören bu eylem artık suç değildi.

Bugün Türkiye’ye ağır bir tehdit olan Fetö elebaşı Gülen işte bu kanundan istifadeyle hakkındaki suçlamalar düşürüldü ve çekti gitti.

Oysaki yine Gazi Paşa 1930 yılında yaptığı bir konuşmada,

 ‘Türkiye Cumhuriyeti dahilinde, tüm tekkeler ve zaviyeler ve türbeler kanunla kapatılmıştır. Tarikatlar kaldırılmıştır. Şeyhlik, dervişlik, çelebilik, halifelik, falcılık, büyücülük, türbedarlık vesaire yasaktır. Çünkü bunlar gericiliğin kaynakları ve cehaletin damgalarıdır. Türk milleti, böyle müesseselere ve onların mensuplarına katlanamazdı ve katlanmadı’ diyerek bizi uyarmıştı ama…

Peki nasıl oldu da bu Cumhuriyet o günlerden bugünlere geldi?..

35.Gün ABD ile İkili Anlaşma’ ile devam edecek..

Kitap:

Usta’nın Göremediği Siyasi Tuzak


[1] Murat Bardakçı, Hürriyet Gazetesi, 11 Aralık 2005, “Din birleştirici unsursa Osmanlı İmparatorluğu neden battı?” başlıklı makalesi.

[2] Pof. Dr. Nadim Macit, İmparatorluk Politikalarında Teo-Stratejiler ve Türkiye’, s.15 Kapı Yayınları, 2008.

[3] Macit, İmparatorluk Politikalarında Teo-Stratejiler ve Türkiye’, s.57.

[4] A.g.e.s. 95.

Başa dön tuşu