Yazar

3… ‘Adalet Bakanlığı Nereye Koşuyor’

26 Mart 2009 tarihinde, Adalet Bakanlığı’na bir dilekçe verdim ve konuyu resmiyete taşıdım.  Bana sorarsanız bu başvuru basit bir hukuki işlemdi, devlet kurumlarının harekete geçirilmesini hedefliyordu ama bizi dikkate almadılar.

Bu sesi duymazdan, bize karşı yapılanları görmezden geldiler ve soruşturma izni vermediler. Sonradan yaşadıklarımıza baktığımda meğer ki bu bir tuzağın ilk adımıymış tıpkı siyasi tavırda ilk adımın Arınç tarafından atılmış olduğu gibi ama o zamanlar bunu nereden bilecektiniz ki…

O yıllarda Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt idi.

Büyükanıt 12 Nisan 2007’de mevcut iktidarı neredeyse vatana ihanetle suçlayan bir basın açıklaması yapmış ama ardından tam 15 gün sonra ani bir dönüş yaparak sözüm ona tek başına ve saçma sapan bir bildiri yayınlayarak siyasetin ekmeğine yağ sürmüştü.

Ardından hala gizli kalmış Dolmabahçe görüşmesi yaşandı ve mevcut siyaset yeniden tek başına iktidar oldu.

Yaşar Paşa kod Ergenekon soruşturmasının bir kumpas olduğunu bilmiyor muydu?

Başka tanığa gerek yok ki, ben varım, ben canlı yayında kumpası açıkladım ve ardından şikayet ettim, üstüne de Genelkurmay Karargahını telefonla arayarak harekat merkezinde görevli subaya Zekeriya Öz’ün maksadının ne olduğunu açıkladım ama bir ben yetememişim demek ki…

Şimdi düşünüyorum da Zekeriya Öz olayı zamanında incelenmiş olsaydı, bu olay çerçevesinde İstanbul’da yürüyen ve kod adı Ergenekon olan soruşturmadaki hukuki durum aydınlatılmış olsaydı, sonraki haksızlıklar ve hukuksuzluklar hiç yaşanmış olmayacaktı ama yapmadılar, ısrarla Öz’ü desteklediler, soruşturma açılmasına izin dahi vermediler. Nihayetinde bizi kod adı Ergenekon olan kumpasın içine çektiler…

Neler oldu?

Bu Öz’ün huzurunda geçen tanıklığımızın hemen ertesinde, kod Ergenekon kumpasıyla ilgili 2009/268 esas ve 2009/188 sayılı iddianame yayınlandı.

Bu iddianame içerisinde bu kez Yalçın Tanfer adlı şahsın ifadesiyle beni suçlayan ifadelere yer verildi.

Bizi tanık olarak çağıran bir Savcı’nın, kısa bir süre sonra aynı soruşturma dosyasında ‘bizi şüpheli duruma düşürebilecek ifadelere’ yer vermesi ve aleyhimizde verilmiş olan ifadelerin de doğru olup olmadığını araştırmaması açık bir kasıttı, bizi bu soruşturmanın içine çekmek için bir kasıt!..

 Onca çabaya karşın buna engel olamadık.

Bir karşı savunma olsun için, Yalçın Tanfer aleyhine iftiradan şikayette bulunduk ama bu da dikkate alınmadı.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na 27 Haziran 2009 tarihinde gönderilmiş olan dilekçemize cevap dahi verilmedi, hala da verilmedi.

Aynı süreçte bu kez medyadan ‘Ergenekon Kasası’ diye hakkımızda soruşturma yapıldığı haberi bir şimşek hızıyla ajanslara servis edildi.

Yönetici siyasete destek veren tüm medya ve internet unsurları da yıldırım hızıyla bu yalan haberi kamuoyuna ulaştırdı. Aslında konu açıktı, bizi kod adı Ergenekon diyerek hizaya çekmek istiyorlardı. Bu olay da açıktı ve bu maksatlı yayınlar soruşturmaya yön vermek içindi.

Bu önlenmeliydi ama nasıl?

Ekranlardan yapmış olduğumuz açıklamaların dışında, yasalardan doğan haklarımızı koruyabilmek için aleyhimizde yayın yapanlar hakkında görülen dava açma yolunu tercih ettik[1]. Aleyhimize karalama kampanyasını sürdüren medyanın hepsine karşı dava açtık. Şikâyetimizin özüne bakıldığında, en sade bir hakimin dahi davayı kabul etmesi doğru olanıydı ama…

Ama bakınız ne yaptı bu Savcı Zekeriya Öz?

Bu mahkemeye bir yazı göndererek ‘Ergenekon Terör Örgütü Şüphelisi’ olduğumuzu bildirdi ve bizi tanıktan şüpheliye dönüştürdü.

Ve bunun iki olumsuz sonucu oldu; Bir, açmış olduğumuz davanın kaybedilmesine yol açıldı; diğeri ise bizi terör şüphelisi konumuna düşürmek suretiyle bundan sonra yapılması olası hukuksuzluklara kapı aralandı…

Her kim bizim yerimizde olsa ve böylesi bir haksızlık karşı karşıya kalmış olsa elbette ki isyanları oynardı. Çünkü bunu kabul edebilmek mümkün değildi ve bir savcının görev ve yetkisini kötüye kullanarak bizi soruşturmaya dahil etmeye çabalaması gerçekten akla ziyandı.

Doğal olarak içimizde büyük bir öfkenin doğmasına yol açtı. Bu durum ve bizi Savcı Öz’le tekrar karşı karşıya getirdi…

Yürekten iyi niyetle yola çıkmıştık biz, geçmişte ve günümüzde. Bu iyi niyetin ışığında dönemin hükümetinin de destek verdiği bu Savcı Zekeriya Öz’e bizzat başvurup bu karanlığı aydınlatabilmeyi dahi düşündük.

Hatta bu iyi niyetin gücüyle ‘nasıl şüpheli duruma düşmüş olduğumuzu’ öğrenmek ve buna karşı ‘savunma hakkımızı’ kullanmak istiyoruz diyerek, 19.10.2010 günlü dilekçemizi makamına ulaştırdık.

Ama karşı karşıya kaldığımız hukuksuzluk bizi öyle bir noktaya taşıdı ki ‘İfademizi alın, isterseniz dava açın, isterseniz tutuklamaya sevk edin ancak bu işi bitirin’ diyecek kadar öne çıkardı.

Buna rağmen işler yürümedi, bize savunmak hakkı verilmedi ve aradan dokuz yıl geçti, şu ana kadar ifademize hala başvurulmadı.

 Buna karşılık ne oldu; hem kamuoyunda itibarımıza gölge düşürüldü hem de ağır maddi-manevi zararlarla yüz yüze getirilmiş olduk, her gün tutuklanma endişesiyle birlikte yaşadık… 

Hukuken bu olaya baktığınızda, söz konusu soruşturma üzerinde ‘gizlilik kararı’ vardı ve zaten yasa gereği hazırlık soruşturması gizliydi.

Soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı’nın bu gizliliği ihlal ederek ve üstelik sadece bizim adımızı kullanarak mahkemeye bildirimde bulunmuş olması, üstelik bu yazıda bizi ‘terör örgütü şüphelisi olarak’ göstermesi ve bu nedenle açılmış olan bir hukuk davasının kaybedilmiş oluşu ağır bir hukuki sorumluluktu ama kimse bu sorumluluğu üzerine almadı, Adalet Bakanlığı bizi dinlemedi bile. 

Bu anlattıklarımın doğruluğunu Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin  2010/13.655 sayılı dosyasında görebilirsiniz.

Yılmadık…

Devletimin kurumlarına güvenerek yine şikayetlerimizi yetkili makamlara ulaştırmaya devam ettim ama yine sonuç alamadım[2].

Talebimiz; ‘hakkımızda varsa bir suç isnadı savunma hakkı verilerek derhal ifademizin alınması, yoksa yapılanlar soruşturma kapsamında rutin bir inceleme işlemi ise, daha önce Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi’ne yazılmış olan hakkımızdaki şüpheli sıfatının kaldırılması için gerekli işlemlerin yapılmasını’ istemekten ibaretti.

Ama bize bu hakkı da vermediler.

İşin gerçeği o güne kadar devletimizin kurumlarını yönetenlerden hiç şüphe etmemiştim ben. 1984’te Eruh ve Şemdinli baskınları yaşandığında ‘bunlar üç beş eşkıyanın işidir’ diyen ve Çekiç Güç Türkiye’ye geldiğinde ‘bir koyup üç alacağız’ diyen Özal’dan da şüphe etmemiştim.

Yanlış yapanlar olsa da ‘bu devlet bizim’ diyen bir düşünce aklımıza ve yüreğimize hakimdi. Bu haksız tavır ve işlemlerden bir gün geri dönüleceği duygusunu hep taşıdık biz. Devletimiz adına beslenmiş bir umuttu bu ama işler yürümedi.

Olmaması gereken bir işti bu, yapılmaması gereken işlerdi bu işler ama oldu.

Belli ki sadece sözlerimiz ve kitaplarımız değil varlığımız dahi birilerini rahatsız etmiş olacak ki, tıpkı medyanın teröristler için kullanmakta olduğu ifade gibi ‘etkisiz hale getirilmek’ isteniyorduk.

Hukuk bilenlerimiz için konumuz çok açık: Önce ‘tanık’ olarak soruşturmaya dahil etmek, ancak istenilen çizgide hareket ettirilemeyince hemen ertesinde ‘şüpheli’ durumuna düşürmek taktiğiydi bu. Bu demekti ki bizim gibi düşünce ve fikirler artık bu hukuk karşısında ömür boyu şüpheliydi.

Çünkü böylesi bir soruşturma ya zamanaşımında ya da öldükten sonra biteceğine göre, hala savunma hakkı verilmeyip ifademiz alınmadığına göre, bu nedenle açtığımız davaları da hala kaybettiğimize ve olası açılacak davaları da kazanma şansımız artık hiç kalmamış olduğuna göre bu iş ömür boyu sürecekti, ömür boyu şüpheli olacaktık, bizim anladığımız buydu.

Öte yandan bu soruşturmaya yakından bakıldığında, savcılık makamı resmen ve alenen kod Ergenekon soruşturmasının köstebeği olduğuna inandığımız Yalçın Tanfer’i koruyordu.

Bu kişi hakkındaki şikayetimizin dikkate alınmayışı, aksine Savcılık makamının bu şahsın üzerinden bizi şüpheli konumuna düşürmeye çalışması bunun açık kanıtı idi.

 Şimdi diyeceksiniz ki ‘kod Balyoz’da neler var neler, sizin bu başınıza gelenler ne ki!’

Haklısınız, bize yapılanlar ne ki ama ben bir başıma idim, tek kişilik örgüt olmuyordu o zamanlar!..

Oysaki altı üstü bize isnat edilen tüm iddialar bir kağıt parçasına yazılmıştı tıpkı İlker Başbuğ Paşa’nın ‘silah değil boru, plan değil kağıt parçası’ diyerek kumpas soruşturmasındaki sözüm ona kanıtlar için kullandığı ifade gibi ama..

Bakın daha ne işler açıldı başımıza…


[1] Ankara 15. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde, 2009 / 270 E. , 2010 / 216 K. sayılı dosyası.

[2] Adalet Bakanlığı’na ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na verilen 31. 01. 2011 tarihli şikayet dilekçesi.

Erdal SARIZEYBEK

Emekli Albay, araştırmacı yazar. Terör ve siyaset üzerine yayımlanmış 16 eseri bulunmaktadır.
Başa dön tuşu