Özel Haber

Özal Biliyordu

Körfez Savaşı’nın sonuçları Türkiye için taşıyamayacağı kadar ağır olmuştu;

Gerilla eğitimi almış ve etkili silahlarla teçhiz edilmiş yirmi bine yakın silahlı terörist, bir zamanlar Bedirhan Bey’in hüküm sürdüğü Cizre’den Şemdinli’ye kadar olan bölgede konuşlanmıştı.

Barzani KDP’sinin hakimiyet alanı olan bu bölgedeki Hakurk, Basyan, Avaşin ve Zap’ta en az beş bin silahlı eşkıya Şemdinli ilçe hudutlarını kontrol altına almıştı; Irak ve İran’da geçişler sözde gümrük adı altında denetleniyor ve güvenlik güçleri hakkında istihbarat sağlanıyordu.

Bakınız o günleri nasıl anlatıyor Binbaşı Ersever;

PKK’nın 92 yılı hedeflerinde Türkiye-Irak sınırının Türkiye tarafındaki sınır karakollarına saldırıp ortadan kaldırılması vardı ve planın ilk adımı buydu. Böylece 330 kilometrelik sınır boyunca dizilen sınır karakolları kaldırılacak ve Türkiye tarafında bir kurtarılmış bölge yaratılacaktı.

Diğer yandan sınırın Irak tarafı zaten PKK’nın denetimindeydi ve sahada onlarca kampta binlerce militan, sabahtan akşam kadar silahlı eğitim görüyordu. Bu gücün elinde onlarca çeşitli çapta havan topu, uçaksavar, binlerce roketatar ve on binlerce piyade tüfeği mevcuttu.

Apo bu silahlı gücü, sınır karakolları kaldırıldıktan sonra sınırın her iki tarafına konuşlandırmayı ve bu sahada Botan-Behdinan savaş hükümeti kurmayı amaçlıyordu.”

Tarih tekerrür ediyordu..

Bir zamanlar aynı bölgede merkezi Osmanlı yönetiminden bir parça bağımsızlık isteyen, verilmeyince de isyan eden Bedirhan Bey’in yerini şimdi Abdullah Öcalan alıyor, yine aynı bölgede bu kez savaş hükümeti kurma peşine düşüyordu.

Bu sırada Uğur Mumcu, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinden hep haykırıyordu;

“PKK bugün ‘savaş hükümeti’ kurup ‘ulusal kongre’yi toplamak istiyor; Almanya’da yayımlanan PKK’nın yayın organı Berxwedan, 15 Eylül, 30 Eylül ve 15 Ekim 1991 tarihli sayıları. Eski İngiltere Başbakanı Callagan, NATO toplantısında ‘Kürt sorunu saatli bombadır, Türkiye’de patlayacaktır’ derken, acaba ne gibi olası olayları anlatmak istiyor?”

Özal’ın tüm bunları bilmediği varsaymak oldukça çok iddialı olur. Hele ki Milli İstihbarat Teşkilatı’nın bu gelişmelerden haberi olmadığı düşünmek, akıl ötesi olur.

PKK örgütünün 1’nci Körfez Savaşı sonrasında elde ettiği bu gücü bilmeyen birlileri varsa, o da inanınız o bölgede görev yapan askerdir tıpkı bizim gibi…

PKK örgütü bu yeni stratejisi doğrultusunda ilk önce, 30 Ağustos 1992’de, Alan Karakolu’na saldırdı:

Çıkan çatışmada 19 asker şehit düştü, 63 asker yaralandı, karakoldan sekiz saat doğru dürüst haber alınamadı. Teröristler ağır bir darbe almıştı ancak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu şekil bir saldırıyla düşürülmüş olduğu durum daha ağırdı.

Özal’ın tüm bunları bilmediğini varsaymak iddialı olur demiştim, çünkü Alan Karakolu saldırısı sonrasında, 7 Eylül 1992’de, Özal Şemdinli’ye hatta karakola kadar gelmişti. Yanında, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis vardı.

Tabur Komutanı olayın vahametini kısa bir brifingle açıkladı;

’Sayıları 20.000’i bulan bir silahlı güç; gerilla eğitimli ve etkili silahla donatılmış bir güç; Çekiç Güç’ün koruma bölgesinde güvenli sığınakları olan bir güç; amacı, hudut boylarındaki karakolları vurup ele geçirmek olan böylesi bir güçle karşı karşıyayız…’

Özal ve Bitlis bu gerçeği gördü ve gittiler…

Ekim 1992 Harekatı ve Muavenet Zırhlısı…

Ardından Aktütün saldırısı yaşandı; 12 Eylül 1992’de, sayıları 500’ü aşkın silahlı bir grup sabaha karşı karakola saldırmış, çıkan çatışmada 22 asker şehit düşmüştü.

Hemen peşinden Derecik Karakolu’na, bu kez Osman Öcalan’ın başında bulunduğu 1.000’e yakın teröristle baskın yapıldı; 33 asker şehit düştü.

Terörist kaybı çok ağırdı ama Türkiye’nin düşürüldüğü durum daha ağırdı…

Devletin zirvesinde yapılan toplantılar bu saldırıların yaşanmasından sonra bir sonuç verdi:

3 Ekim 1992’de, yakın Türk tarihinin en büyük kara harekatı Irak’taki teröristlere karşı başlatıldı. Aynı gün, ABD Deniz Kuvvetleri Ege’de tatbikat yapan Muavenet zırhlısını kaptan köşkünden vuruyor ama Irak harekatına engel olamıyordu; harekat devam ediyordu…

Eşref Bitlis Paşa’nın komuta ettiği harekatın planı şuydu; Barzani KDP ve Talabani KYB örgütleri Türk Silahlı Kuvvetleri’ne destek verecek ve PKK örgütü Irak’ta vurularak etkisiz hale getirilecekti. Buna karşılık, Barzani ve Talabani’nin silah, mühimmat, yiyecek ve para ihtiyaçları karşılanacaktı.

Harekat sonrası da düşünülmüştü; bölgede güvenliğin sağlamasından hemen sonra, hudut boylarında boşaltılmış olan köylere yerli halk geri dönecek, KDP ve KYB peşmergeleri karakol açarak güvenliği devam ettirecekti.

Harekatın amacı ise öncelikle Türkiye’nin PKK örgütünden zarar görmesi engellemek, uzun zamandır aranılan huzur ve güven ortamını tesis etmekti.

Sonrası artık siyasilere kalacak, böylesi güvenli bir ortamda Cumhuriyetin ilk yıllarında başlatılmış olan sosyal, kültürel ve ekonomik tedbirler Şemdinli’ye kadar ulaştırılarak Kürt meselesi çözülmüş olacaktı.

Harekât, Muavenet Zırhlımızın ABD tarafından vurulmasına ve tüm engellemelere rağmen, düşünüldüğü gibi ve planlandığı gibi 3 Ekim’de Eşref Bitlis Paşa’nın emir ve komutasındabaşladı…

Harekatın istihbarat bölümünde görev alan Binbaşı Ersever, bakınız nasıl anlatıyor orada yaşanılanları;

Evet, Zaho cephesi çöküyordu. Apo, o ceviz kadar beyniyle Lazkiye’den telsizle, telefonla; ‘Sonuna kadar direnin, o bölge Botan-Behdinan savaş hükümetinin merkezidir’,diyordu.

PKK cephe savaşına başlamıştı. Gerilla tarzında savaşamıyordu ve çember içerisine düşmüştü. PKK imha oluyordu. Türk Komando Birlikleri ve Zırhlı Birlikler Zaho’ya girdiler. Öyle çok güçlü birlikler sokmaya gerek yoktu. Eğitimi normal Türk askeri, zırhlı birlik kuşatmasıyla birlikte, kadın ve çocukları çok kolayca öldüren PKK’lı canileri boğazlayıvermişti. Türkiye’nin Güneydoğu sınırının güneyi PKK’dan temizlenmişti.

Bu temizlik sonunda PKK’nın kaybı; 1500-2000 teslim olan, 900-1000 yaralı, 1500-2000 ölü, toplam 4000-4500 kişi olarak hesaplanmaktadır. Apo da bu rakamları kendi ağzıyla

teyit etmektedir. 300 tonu aşkın yiyecek, 650 bin çeşitli çapta fişek, 3600 civarında Kaleşnikov piyade tüfeği ele geçirilmiştir.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu harekâtta ki askeri başarısı inkar edilemez’.

Ama harekat beklediği sonuca ulaşamadı; Barzani ve Talabani PKK örgütü ile anlaşma yapmış, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin harekatından teröristleri kaçırmıştı.

Binbaşı Ersever, Talabani ile PKK örgütün yaptığı anlaşmayı belgesiyle açıklıyordu;

‘Kısaca, Zaho cephesi sallantıda iken, 5 Ekim 1992 günü Hakurk cephesinde her şey sona ermişti. Yani harekattan üç gün sonra! Talabani’nin komutanları Kösrat ve Şerdil, ustalarından öğrendikleri tezgahtarlıkla işleri çabuk bitirmişler ve Osman Öcalan ile anlaşmayı yapıvermişlerdi; PKK-Kürdistanı Cephe anlaşması imzalanmıştı.’

Talabani’nin 3.000 teröristi barındırdığı söyleniyordu…

Yıllar sonra bu Talabani konusu yeniden gündeme gelecek, bu teröristlerin akıbeti araştırılmaya başlanacak; 18 Aralık 2008’de, Irak’lı gazeteci Rebwar Kerim bu konuyla ilgili şok bir iddiada bulunacak ve Bugün gazetesi bu iddiayı kamuoyuna şöyle duyuracaktı;

‘TSK, 1992’de Talabani ve Barzani güçleri ile ortak yaptığı operasyonda teslim olan 3 bin PKK’lıyı serbest bıraktı. Kuzey Irak’ın en çok satan gazetesi Hawler’in Genel Yayın Yönetmeni Rebwar Kerim’in, Burç FM’de katıldığı bir programda yaptığı açıklamalar gündemi sarsacak nitelikte.’

Kerim,1992’de Talabani ve Barzani’ye bağlı KDP ve KYB’nin Türk Silahlı Kuvvetleri ile birlikte PKK’ya karşı savaştığını ve bu savaşta PKK’dan 3.000 kişinin teslim olduğunu iddia ediyor, Türkiye’nin bu esirlerin silah numaralarını alıp PKK’lıları serbest bıraktığını açıklıyordu.

Teröristlerin götürüldüğü yer; Türkiye’ye 450 km. uzaklıktaki İran sınırında Zale Kampı’ydı…

Rebwar Kerim’in ortaya attığı 1992’de teslim olan PKK’lıları Türkiye’nin almadığı iddiası, dönemin Diyarbakır Jandarma Asayiş Komutanı Korgeneral Hasan Kundakçı tarafından da doğrulanmıştı. Kundakçı Bugün’e gazetesine yaptığı açıklamada;PKK’lıların Barzani ve Talabani’ye teslim olması komutanlarımca uygun görüldü. Bazıları hemen serbest bırakıldı. Diğerleri Zeli’de toplandı. Kampı havadan vurduk. Bir kısmı öldü, bir kısmı kaçtı’ diyerek olayı geçiştiriyordu.

Dönemin Genelkurmay Başkanı olan Doğan Güreş, 2007’de, gazeteci Fikret Bila’ya verdiği mülakatta, yapılan ortak operasyonu doğrularken, Talabani’nin 1.000 veya 2.000 teröristi alıp İran yakınındaki Zeli’ye götürdüğünü söylemişti.

Genelkurmay Başkanlığı İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak ise bu iddiaları yalanlamıyor, aksine ‘Geçmişte yaşanan bir olayla ilgili spekülatif bazı şeyler basında yer alıyor. Bunlarla ilgili şu anda söyleyecek bir şey yok’ diyerek konuyu sonuçsuz bırakıyordu’.

Bunun anlamı neydi?

Belki de Genelkurmay böylesi yüksek sayıdaki teröristin etkisiz hale getirilmesinin ‘katliam’ gibi nitelendirilmesinden çekinmiş ve Talabani himayesinde kontrol altına alınabileceğini düşünerek ona teslim etmiş olabilirdi…

Haber doğruysa eğer, ele geçen onca terörist için başka bir yol olamaz mıydı?

Örgütün yönetici kadrosunu saf dışı bırakıldıktan sonra, bu teröristleri Talabani’ye teslim etmek yerine Türkiye’ye getirilip, yüksek güvenlikli bir yerde toplanarak ‘terörün artık bitirildiği’ açıklanmaz mıydı?

Böylesi bir davranış örgütün artık çöktüğünü kamuoyuna göstermez miydi?

Bu teröristlerin son hali üzerinden bir açılım yapılmaz mıydı; dağa çıkışların önlenmesi, bugün hala konuşulan sosyal, kültürel ve ekonomik tedbirlerin hayata geçirilmesi, çağdığı feodal yapının yerine sosyal hukuk nizamının tesis edilmesi gibi…

Peki, Talabani’ye bunlar teslim edildi de ne oldu; terör bitmedi, Barzani ve Talabani kırmızı pasaport aldı, Kuzey Irak’ta Özerk Kürdistan kuruldu, bu teröristlerden Barzani özel birlik kurdu ve hala Türkiye’ye karşı eylem yapıyorlar…

Doğruysa eğer bu haber, Genelkurmay kararının hiç de isabetli olamadığı açık!

92 Ekim harekatının gerçek sonuçları Öcalan davası tutanaklarında da yer aldı.

Dava ile ilgili tüm bilgi ve belgelere sahip Cumhuriyet Başsavcılığı, Ekim 92 harekatını şu sözlerle değerlendiriyordu;

‘1992 yılının başından itibaren PKK’nın yurtiçindeki elemanlarına önemli ölçüde darbeler vurulmuşsa da K.Irak’taki üslerinden devamlı takviye alan örgüt, bu darbeleri telafi etme yoluna gitmiştir. Bunun üzerine Ekim 1992 tarihinde örgütün K. Irak’ta bulunan kamplarına önemli bir operasyon gerçekleştirilmiştir. Bu harekât ile örgüte büyük kayıplar verdirilmiş ve böylece PKK’nın kurtarılmış bölgeler oluşturma teşebbüsü neticesiz bırakılmıştır’.

Barzani ve Talabani’nin PKK ile işbirliği yapması yüzünden kesin sonuca ulaşamayan bu büyük harekat kışın bastırmasıyla bahara ertelendi; Eşref Bitlis Paşa son bir harekat daha yapacak ve istenen sonuca ulaşacaktı ama…

1993 Ocak ayında Uğur Mumcu öldürüldü.

Şubat 93’te, bir uçak kazası(!) sonucu Orgeneral Eşref Bitlis aramızdan ebediyen ayrıldı.

 Mart 93’te, Özal Yönetimi PKK örgütü ile ateşkes yaptı ve Eşref Paşa’nın yarım kalmış harekatından vazgeçildi.

Yine Mart 93’te, Binbaşı Cem Ersever istifa etti, ardından öldürüldü.

Nisan 93’te, bu kez Özal vefat etti.

Mayıs 93’te, PKK örgütü Bingöl karayolunu kesip 33 askerimizi şehit etti.

Temmuz 93’te, bir yanda Madımak öte yanda Başbağlar’da katliamlar yaşandı…

Bu noktada, iki cinayet(Mumcu ve Ersever), iki ölüm(Bitlis ve Özal), iki katliam(Madımak ve Başbağlar, bir ateşkes(Mart 93) ve bir pusu(Bingöl) olayları arasındaki bağlar ortaya çıkarılmadan, Özal bir kahraman mıydı, sorusunun bir cevap bulabilmesi mümkün değildir.

Öte yanda Uğur Mumcu, Eşref Bitlis ve Cem Ersever’in ölümleri aynı siyasi ve askeri eksende yan yana getirilmez ise, gerçeğe ulaşabilmek yine mümkün değildir.

Aynı şekilde Mart 93 Ateşkesi ve Bingöl pususu; İsrail’in 1982’de ortaya koyduğu Ortadoğu stratejisi ile Madımak ve Başbağlar olayları da aynı eksende yan yana getirilmeden, aralarındaki ilişkilerin açığa çıkarılması ve bir sonuca ulaşılabilmesi mümkün olamayacaktır.

Kitap: Büyük Suikast/Kürt Gerçeğinde Bilmediklerimiz

Başa dön tuşu