100. YılVideo

2023.. 2053.. ‘Neden 2071’

Birinci Dünya Harbi bittiğinde bu topraklar hemen barışı bulamadı. Neredeyse dünya birbiriyle barıştı ama Osmanlı Devleti ile barış yapılmadı. Mondros Mütarekesi bir barış antlaşması değil, sadece bir ateşkes. Ateşkes yapıldı ama savaş yine de durmadı. O yıllar açısından belki de en çok üzerinde düşünülmesi gereken konu bu olmalı.

Harbi kazananlar neden barış yapmadı?

Bu sorunun cevabı, Cumhuriyetin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün belgelerle ortaya koyduğu Nutuk’ta gizli.  Bu tarihi vesikanın çoğumuzun kütüphanesinin bir köşesinde yeniden açılmayı beklediğinden eminim. İsterseniz fırsat bu olsun, açın ve ‘Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan sonra yapılan dört barış teklifi arasında bir karşılaştırma’ başlığı altında yer alan değerlendirme ve tespitleri bir inceleyin.

Nutuk’ta bu konu ‘Sınırlar’ diyerek başlıyor, ‘Boğazlar, Kürdistan, İktisat, İstanbul, Vatandaşlık, Kapitülasyonlar, Askerlik’ diyerek devam ediyor. Okumalısınız, bu sizi tam da aradığınız gündeme sürükleyecektir. Mustafa Kemal Paşa burada girişi yapacak ama bu kitabın yazarı da alıp sizi 2023’e getirecektir. Ama olur ya, vaktiniz yok, bilmiyorsunuz ‘sen anlat’ diyorsunuz, anlatayım…

Nutuk’ta -bugün de Montrö üzerinden tartışılan- Boğazlar Komisyonu hakkında bilgi verilirken Mustafa Kemal Paşa şöyle başlıyor;

‘Komisyon Başkanlığı bize bırakılmıştır. Komisyon’un görevi gemilerin Boğazlar’dan geçişinin Boğazlar Sözleşmesi hükümlerine uygunluğunu sağlamaktan ibarettir. Komisyon her yıl Milletler Cemiyeti’ne rapor verecektir. Yine bu anlaşmayla, İstanbul’daki Milletlerarası Sağlık Kurulu kaldırılarak sağlık işleri Türk Hükümetine bırakılmıştır’.

Yukarıda okuduğunuz açıklamayı yapar yapmaz Mustafa Kemal, 2023’te yüzüncü yılını kutlayacağımız Cumhuriyetin tapusu olarak özümsenen Lozan’ı tek cümlede noktalıyor ve bu nokta bizim yolculuğumuzun da çıkış noktası oluyor. Bu nokta şöyle kaydedilmiş;

‘Saygıdeğer efendiler, bu antlaşma (Lozan), Türk Milleti’ne karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük suikastın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş siyasi bir zaferdir.’

Şimdi bakın, tüm bu anlatıların ışığında iş nasıl değişiyor…

Biz bir kurtuluş savaşı verdik. Kazandık ve Cumhuriyeti kurduk. Ama biz küllerinden doğduğumuz Osmanlı’ya karşı hiç savaş yapmadık. Bakmayınız siz şu sıralar ‘Yeni Osmanlı’ diyerek bir olan bir milletin bir olan tarihi üzerinden çıkarılmak istenen karşıtlıklara.

Bu karşıtlığın esaretine düşerseniz, kendinizi bir anda Osmanlı ile karşı karşıya bulabilirsiniz.

Bugün zaten yapılmak istenen de bu. Bu tezgaha düşerseniz, o zaman sanırsınız ki Cumhuriyeti kuranlar Osmanlı ile savaştı, onu yıktı yerine yeni bir devlet kurdu. İş burada da bitmez, bu siyasetin algı operasyonları altında sürüklenerek Milli Mücadele’nin Osmanlı Devletine karşı yapılmış olduğunu düşünmeye başladığınızda kendinizi bir anda Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı olarak da bulabilirsiniz ki, bu çok tehlikeli. Çünkü bunun devamı şöyle gelir; ‘Cumhuriyeti kuranlar Osmanlı topraklarını işgal ettiler, Müslümanlığa karşı savaş açtılar, din düşmanı bunlar, Osmanlı düşmanı bunlar’ demeye başlarsınız.

Tezgah böyle kuruluyor işte.

Oysaki bu düşünce sahiplerinin aksine savaş Osmanlı’ya karşı değil, Osmanlı’yı işgal edenlere karşı yapıldı. Osmanlı’nın topraklarını işgal eden, Saray ve Meclis’i esir alan nihayetinde Anadolu’yu ele geçirip Türk hakimiyetini yok etmek emelinde olanlara karşı yapıldı. Dolayısıyla Cumhuriyet de Osmanlı da bir bütün. Bir bütün olan Türk tarihinin ayrı ayrı sayfalarıdır ve hepsinin sahibi biziz.

Peki gerçeğin bu olduğunu bu ülkede hepimiz bilmiyor muyuz?

Hadi bilen var bilmeyen var diyelim, peki o zaman 20 yıldır ülkemizi yöneten siyaset bilmiyor mu? Elbette biliyor.  Öyleyse bu tarih ve coğrafyanın sahiplerini ayrıştırma, kutuplaştırma hatta çatıştırmaya çabalayanlar biliniz ki, asıl amaçları ‘Yeni Osmanlı’yı kurmak’ değil, Osmanlı üzerinden giderek Türk Milleti ve tarihini vurmaktır.

Neden bunu yapıyorlar, derseniz, anlatacağım..

Şimdi bakınız Kurtuluş Savaşına.. Cumhuriyete giden yolda bu savaşın anlamı nedir, bir bakınız. Mustafa Kemal bunu da açıklıyor üstelik tek bir cümlede her şeyi anlatıyor; ‘Büyük Suikast’, yüzyıllardan beri Türk Milletine karşı sürdürülen bir savaş.  Bu savaşın kodlarını yine tek bir adresle çözüyor; ‘Sevr, Türk Milletine karşı büyük suikastın son aşaması. 

Hatırlayınız o yılları..

Balkanlar’dan çekilmişiz, Kafkaslar’dan çekilmişiz. Mısır’dan, Arap çöllerinden, Şam’dan Bağdat’tan çekilmiş Anadolu’ya gelmişiz. Mondros’la ordularımız silah bırakmış, askerlerimiz terhis edilmiş, düşmana karşı koymakla görevli silahlı güç bitmiş. Doğu cephesinde Kazım Karabekir Paşa’nın Kolordusu hariç, Osmanlı’da tam bir teslimiyet.

Düşünüz tarihin büyük bir cilvesiyle Bolşevik İhtilalinin bu sürece nasıl denk gelmiş olduğunu, Ruslar geri çekilmiş dolayısıyla Karabekir Paşa kuvvetlerini elde tutarak ayakta kalmış.  Peki ya Bolşevikler harekete geçmemiş, Erzurum’a dayanan Ruslar geri çekilmemiş olsaydı, ötesini düşünün artık.

Bu açıdan bakıldığında 2023, Cumhuriyetin ilanının yüzüncü yılı olmakla birlikte, Haçlı Ordularının, Türk Ordusu karşısında almış olduğu en ağır ve son yenilginin de yıldönümüdür.

Yani siz 2023’ü bir hesaplaşma olarak düşünüyorsanız, bu hesaplaşma aynı zamanda Başkomutanlık Meydan Savaşıyla elde edilen Büyük Zafer’in de hesaplaşması anlamına gelebilir.  Yani pencerenin kanadı bu yönde  açılırsa, düşünen bir akıl Haçlı’nın Türk Milletine karşı bir rövanş peşinde olduğunu da söyleyebilir. Bu nedenle seçimle ilgili bir söz etmeden önce, herkes kullanacağı bir kelimeye ne anlamlar yüklenebileceğini önceden bir düşünmeli.

Hatırlayın şimdi..

Kod Ergenekon kumpasında dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’a ‘terör örgütü lideri’ yaftasıyla verilen ‘ağırlaştırılmış müebbet hapis’ kararının, Atatürk’e ‘Başkomutanlık’ görev ve yetkisinin verildiği günle aynı gün olduğunu hatırlayın.

AKP Medya sorumlusu Cemil Ayvalı’nın CCN Türk’te canlı yayında açık açık ‘Türk Ordusunu FETÖ’ye kırdırdık’ itirafını hatırlayın. Yetmez ise AKP eski vekili Abdurrahman Kurt’un aynı televizyon kanalında, aynı şekilde ‘Amerika ve Cemaatle bir olduk, askeri vesayeti kırdık’ itirafını hatırlayın. Üzerine Ethem Sancak’ın ‘Amerika’nın desteğiyle iktidara geldik’ itirafını ekleyin.

2023 bir hesaplaşma ise eğer, bu bir rövanş demektir. Cumhuriyet giden büyük yolu açan Büyük Zafer’in rövanşı. Hal böyleyse eğer, 2053; Konstantinopolis’in İstanbul’a yenilgisinin rövanşı. 2071; Bizans’ın Malazgirt’te aldığı yenilginin rövanşı olabileceği de hep aklınızda bulunsun.

Öte yanda kapı gibi Lozan bizim yanımızda dururken, neden ısrarla Sevr vurgusu yapılıyor, öyle ya demedikleri kalmadı, biliyorsunuz.  Bu sorunun da cevabı Nutuk’ta gizli. Atatürk burada Sevr ile Lozan arasındaki farkı kaleme alırken özellikle  ‘Kürdistan ve Ermenistan’ başlığı altında şu ifadeleri kayda geçirmiş;

‘Sevr’de Fırat’ın doğusunda ve Ermenistan, Irak Suriye arasında kalan bölge için İtilaf Devletleri temsilcilerinden kurulacak bir komisyon özerk bir yönetim şekli hazırlayacaktır.  Türkiye’den ayrı bağımsız bir devlet kurmak istediklerini ispat ederse ve Meclis de bunu kabul ederse, Türkiye bu bölgedeki her türlü haklarından vazgeçecektir. Lozan’da elbette söz konusu ettirilmemiştir.’

Burada anladığımız Sevr üzerinden Doğu Anadolu’da bir Ermenistan Devleti kuruluyor ve bu devletin güneyinde de önce özerk, sonra referandumla bağımsızlığa giden bir Kürdistan.

Bu bize neyi hatırlatıyor?

Ermenistan bir yana, Suriye’de hala kuruluş aşamasını tamamlamaya çalışan Fırat’ın doğusundaki PKK terör örgütünü, yine aynı örgüt üzerinden ‘demokratik çözüm’ denilerek AKP’nin başlattığı sözde çözüm sürecini. Her ne kadar bir çözüm bulamamış olsa da bu siyasetin aklından geçen ‘eşit yurttaş, yerinden yönetim’ projelerini hatırlatıyor.

Yerinden yönetim zaten özerklik anlamında, ‘eşit yurttaşlık’ ifadesi de Anayasa’nın değiştirilerek Türk kimliğinin kaldırılması yerine -sonuçları itibariyle- çok kimlikli ama aslında ‘kimliksiz’ bir millet inşasını anlatıyor. Zaten dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de ‘yeni anayasa olsun ama kimliksiz olsun’ anlamında ‘renksiz’ deyimini kullanmıştı.

Bu pencereden bakıldığında, Erdoğan’ın şu sıralar sık sık ‘Artık yeni bir anayasa yapma vakti’ ifadesiyle -millet fakrü zaruret içinde kıvranırken- asıl meselenin anayasa olduğunu işaretin edişinin altında başka ne yatabilir?

Ancak süreç böyle işletilirse eğer, bu işin Sevr’e varacağını görmemek mümkün değil. Önce yerinde yönetimle özerk yapılar, ardından tıpkı Barzani’nin yaptığı gibi bir bağımsızlık referandumu.

Peki Türkiye bunu yapmak zorunda mıdır, başka hiçbir çözüm yok mudur, bir düşünün.

Gelelim Ermenistan’a…

Savaştık ve kazandık. Büyük Zafer’in yolunu açtığı büyük barış Lozan’la sağlandı. Haçlı’nın Türk Milletine karşı yüzyıllardır hazırladığı Büyük Suikast’ın son tezgahı olan Sevr’le birlikte Kürdistan ve Ermenistan projeleri de çöktü.  Çöktü ama Türkiye’yi hedef almış projeler ne yazık ki Sevr’le bitmedi.

Bugün karşımızda ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi bir hayalet gibi duruyor. 2023’ün siyasi kodlarını çözebilmek adına BOP’a da bir bakmalısınız. Çünkü orada Büyük Kürdistan var ama Ermenistan yok.

Neden yok?

Öyle ya Anadolu ve Türk varlığını hedef almış ilk küresel proje Sevr olduğuna göre, Sevr’in de olmazsa olmaz’ı Ermenistan olduğuna göre, nerede bu Büyük Ermenistan diye sorulması gerekiyor. Daha ilginç olanı, Sevr’de büyük olan Ermenistan’ın yerini de Kürdistan almış, bunun bir nedeni olmalı.  Bu sorunun kendine bir cevap bulabilmesi için BOP’a bu gözle yeniden bakmanız lazım.

Türkiye’yi doğrudan hedef almış bu projenin Türkçe tercümesine erişmek zorlu bir iş olsa da devir değişti. Bilgiye ulaşabilmenin yolu çok, yeter ki isteyin. Google arama motoruna ‘BOP Türkçe tam tercime’ yazın, aradığınız mutlaka karşınıza çıkacaktır.

‘Vaktim yok’ diyorsanız, önerim haritasına bir bakın, ne görüyorsunuz?

Türkiye’nin doğusunda kocaman bir Kürdistan oysaki Sevr’de böyle bir şey yoktu. Sevr’deki ‘Ermenistan’ nereye gitti diye düşünen akıl haklı olarak soruyor. Mutlaka bir cevabı olmalı…

Sonuçları itibariyle ‘küçük’ ama ABD/İsrail’in bölgedeki emellerini açığa vurması bakımından ‘büyük’ Ortadoğu Projesinin sayfalara sığamayan ayaklarını belki okumamış olabilirsiniz. Ancak projeye bağlı haritayı mutlaka görüşmüşlüğünüz vardır. Çok ünlüdür bu harita, elden ele dolaşır durur.

En önemli özelliği ise, -bir ucu Karadeniz’de başlayıp İran, Irak’ı geçtikten Suriye’nin Fırat doğusunda biten- yamuk bir şekilde Anadolu’yu parçalıyor oluşudur.

‘Nasıl olur bu diyorsanız, aynı soruyu Erdoğan’a da sordular ‘barış için’ dedi. Olmadı. ‘Kadın hakları’ dedi. o da olmayınca ‘var mı altında benim imzam diyerek geçiştirip gitti . O gitti ama harita gitmedi hala duruyor ve çalışıyor.

Projenin mimarı Ralph Peter’s bizi parçalayan bu haritayı şöyle tarif etmiş;

‘Bölgede yapılacak adil bir düzenleme Irak’taki üç Sünni ağırlıklı bölgeyi budanmış bir devlet haline getirecektir ve bu bölgeler zaman içerisinde Akdeniz’e yönelmiş bir Büyük Lübnan’a kıyılarını kaybetmiş olan Suriye ile birleşmeye karar verebilir ki bu durumda Fenike yeniden doğmuş olur. Diyarbakır’dan Tebriz’e kadar uzanan bağımsız bir Kürdistan, Bulgaristan ve Japonya arasında en Batı yanlısı devlet olacaktır’.

Nasıl parçalayacağını da satır aralarında şöyle ifşa ediyor;

‘5,000 yıllık tarihten bir diğer kirli sır da şudur: Etnik temizlik işe yarar’ .

Bu noktada endişe etmeyin, sizi lafla boğmayacağım, özünü söyleyip geçeceğim…

Burada parçalanması öngörülen dört ülke zaten belli; Türkiye, İran, Irak ve Suriye. Ancak Suriye için iki giriş görülüyor; İlki Irak’tan kopan parçanın Suriye’ye girişi ki, bu Erdoğan’ın terör koridoru diye adlandırdığı coğrafya, diğeri ise Lübnan kıyılarından asıl giriş.

Fenike dediği işte bu ikincisi. Kral Davud ve Süleyman zamanındaki Büyük İsrail Krallığı.

Hepsi yerli yerine oturduğunda, Birleşmiş Milletler kararıyla Müslüman coğrafyanın tam kalbine konuşlanmış bir İsrail, Lübnan Üzerinden Suriye’ye açılıyor. Barzani’de bir koldan Karadeniz’e, diğer koldan Akdeniz’e açılıyor. Hadi geçtim Suriye’yi yönetim üzerinden ele geçirmek isteyen İsrail’i, ama Barzani de bir koluyla Karadeniz’e açılıyor. Böylece Büyük İsrail’i kuruluyor. 

Burada geçen Fenike kodu, bu emeli açığa vuruşu bakımından önemli çünkü projeye dini/kutsal bir hava yüklüyor. Daha önce sorduğumuz ‘Ukrayna’yı gören dünya neden Irak ve Suriye’yi görmüyor’ sorusunun cevabı da burada gizli. Çünkü bu iki ülkenin yakılıp yıkılmasını öngören Tevrat’ta ayetler var. ‘Efendim, tahrif edilmiş’ deseniz de onlar bu ayetlere inanıyor. Yani Tevrat sizce tahrif edilmiş olabilir ama onlar için değil.

Hiç baktınız mı bilemem ama Tevrat, Şam’ı yakın yıkın diyor, işte; 

‘Şam’la ilgili bildiri: İşte Şam kent olmaktan çıkacak, Enkaz yığınına dönecek. Aroer kentleri terk edilecek, hayvan sürüleri orada yatacak, onları ürküten olmayacak. Efrayim’de surlu kent kalmayacak, Şam’ın egemenliği yok olacak. Sağ kalan Aramlıların onuru İsrail’in onuru gibi kırılacak’’

Bugün bu ayeti demin söylediğim ‘Fenike’ kodu üzerinden yorumlayabilirsiniz. Irak’ın Tevrat’taki haline gelince, Şam’dan daha trajik. Araya korkunç bir intikam duygusu giriyor, bu da bize Babil sürgünlerini hatırlatıyor. İşte; 

‘“Ey Babil, erden kız, in aşağı, toprağa otur… Öç alacağım, kimseyi esirgemeyeceğim… Onu durduracak büyü yok elinde, başına gelecek belayı önleyemeyeceksin. Üzerine ansızın hiç beklemediğin bir yıkım gelecek… Gençliğinden beri alışveriş ettiğin herkes kendi yoluna gidecek, seni kurtaran olmayacak.’

Bu ayeti de ABD-Irak savaşında ajanslara düşen ‘tecavüz ve bebek katliamları üzerinden yorumlayabilirsiniz.

Buradan nereye geleceğim…

Türkiye’yi hedef almış olan bu proje, sıradan bir proje değil, Ortadoğu tarihinin üç bin yıl öncesine dayanıyor. İsrailoğullarının bugünkü Irak, Türkiye, Suriye, Filistin, İsrail ve Mısır topraklarındaki ayak izleri üzerinden yürüyor. Yani ‘barış, kadın hakları, yok altında imzam’ gibisinden içi boş laflarla çekip gidemezsiniz.

Bu küresel siyasetin yürüdüğü yola bir bakmak zorundasınız.

Bu yolun sonunun nereye varabileceğini de şimdiden düşünmek zorundasınız. Çünkü bu yolda her şey var ama Türk yok, Atatürk yok, Cumhuriyet yok. Neden illaki ‘Türk’ demeyelim, ‘Türkiyeli’ diyelim, söylemlerine bu açıdan da bir anlam yükleyebilirsiniz.  Kaldı ki elimizde belgeler var. Yahudi Diplomat Oded Yinon’un Dünya Siyonist Dergisi Şubat 1982 sayısında yayımlanmış planı orta yerde durur iken, görmezden hiç gelemezsiniz ’.

Alın Ortadoğu Projesini, koyun üzerine Yinon planını, geçin karşısına bir bakın, ne görüyorsunuz?

Planda önce bir Irak- İran savaşı ardından da Irak ve Suriye’nin sırayla parçalanması öngörülüyor.  İşte o bölüm;

‘Bir taraftan petrol zengini olan ancak diğer taraftan parçalanmış bir ülke olan Irak’ın İsrail’in hedeflerine aday olması garantidir. Bizim için Irak’ın feshi, Suriye’nin feshinden bile daha önemlidir. Irak Suriye’den daha güçlüdür. Kısa vadede İsrail’in en büyük tehdidi Irak’ın gücüdür. Bir Irak-İran savaşı Irak’ı parçalayacak ve bize karşı geniş bir cephede çatışma organize etmesine imkan vermeden çökmesine sebep olacaktır. Araplar arasındaki her türlü çatışma kısa vadede bize yardımcı olur ve Suriye ve Lübnan’da olduğu gibi önemli bir hedef olan Irak’ın parçalanması için yolu kısaltır. Osmanlı döneminde Suriye’de olduğu gibi Irak’ta da etnik/dini bazda bölgelere bölünme mümkündür. Üç büyük şehir etrafında üç (veya daha fazla) eyalet var olacaktır: Basra, Bağdat ve Musul ve güneydeki Şii bölgeler Sünni ve Kürt kuzeyden ayrılacaktır. Mevcut İran-Irak çatışmasının kutuplaşmayı derinleştirmesi olasıdır…’

Bu satırlara yakından bakıldığında, sayılan bu hedeflerin neredeyse tamamına erişilmiş olduğu anlaşılıyor. İran-Irak savaşı çıkarıldı, Irak zayıflatıldı, etnik ve dini bazda Kürt-Arap, Şii-Sünni ekseninde fiilen üçe bölündü. İşte Barzani, referandumunu yaptı, bağımsızlığın ilanı için şimdi fırsat kolluyor. Peki ya Suriye? İç savaş hala sürüyor. Sanırsınız bu IŞİD sanırsınız sanki PKK’ya yaranmak için kurulmuş, işgal ettiği toprakları birer birer devrediyor.

Bakın PKK’ya, Fırat’ın doğusunda devlet oluyor.

Suriye’ye gelince, yok aslında Irak’tan bir farkı. Yinon onu da unutmamış, planın temelini oluşturan etnik ve mezhepsel farklılar üzerinden yürüyerek önce Suriye’ye ulaşıyor, sonra ülkeyi parça parça ederek ‘Yeni Suriye’ye temel hazırlıyor.

İşte planda geçen o bölüm;

 “Suriye etnik ve dini yapısına istinaden tıpkı bugün Lübnan’da olduğu gibi birkaç eyalete bölünecek ve kıyıda Şii-Alevi bir eyalet, Halep bölgesinde Sünni bir eyalet, Şam’da Kuzey komşusuna düşman olan bir diğer Sünni eyalet olacak ve Dürziler de belki bize ait olan Golan’da, mutlaka Havran’da Kuzey Ürdün’de  başka eyaletler kuracaklardır. Bu gelişmeler uzun vadede barış ve güvenlik için garantör olacaktır ve bu hedef bugün bile erişebileceğimiz bir noktadadır “

Şimdi bir bakın bakalım Suriye’ye ne görülüyorsunuz?

Kıyıda Şii-Alevi bir eyalet dediği Lazkiye bölgesi, Golan zaten İsrail’in işgali altında, üstelik ilhak ettiğini de açıkladı. Fırat’ın doğusunda PKK terör örgütünün türevleri yönetimi ele geçirdi ve şu an Türkiye-ABD arasında mekik dokuyorlar anlaşma yapabilmek için. İş artık İsrail’in Golan üzerinden Fırat’ın doğusundaki PKK türevleriyle buluşmasına kalıyor. Yani süreç işliyor tıpkı planda öngörüldüğü gibi. İşin trajedisi, Türkiye’yi hedef almış bu projenin yine Türkiye üzerinden işletilmekte oluşudur yani Müslüman bir ülkede Haçlı siyaseti işletiliyor.

İnanınız gece yarısı bu satırları size yazarken, 17 yıllık bir araştırma ve 30 yıllık bir mücadele sonrasında yığılan bilgilerin döşediği bu odanın penceresini açıp baktığımda, doğrudan doğruya ülkemizi hedef almış, Tevrat ve İncil’de geçen ayetleriyle teo-stratejik bir havaya büründürülmüş sinsi bir suikast planı görüyorum.

Bu suikast, Nutuk’ta bizzat Atatürk tarafından kayda geçirilmiş olan çerçevesi çizilmiş olan plandır; ‘Türk Milleti’ne karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük suikast’ 

Atatürk’ün öne çıkardığı bu suikastın son aşaması, Anadolu’yu hedef almış ilk küresel olan Sevr idi. Millî mücadeleyle yıkılmıştı, çökmüştü.

Ama ya şimdi?

 Alın şimdi Sevr haritasını, geçin karşısına tekrar bakın Doğuya. Büyük Ermenistan, Küçük Kürdistan. Bakın batıya; kaynaklarının yönetimi özelleştirmeyle, çocuklarının yönetimi de özel okullarla elinden gitmiş, fakrü zaruret içinde bir Türk Milleti. Bakın Ankara’ya; Özal’dan devralınan siyasete eklemlenerek tam 20 yıldır birebir -Türk Milletine karşı yüzyıllardır süre gelen- bu plana hizmet eden bir siyaset. İzlenen siyaset Özal devrinde Irak’ı vuruyordu tıpkı Tevrat’ta öngörüldüğü gibi, bu dönemde Suriye’yi de vuruyor.

Ama vuran Haçlı, vurulan Müslüman, ne demeli?

Ekleyin şimdi ‘AKP sayesinde Türk olmaktan kurtulduk’ söylemlerini.. hatırlayın ‘Atatürk’e karşı Ayasofya’da yapılan lanet okumalarını ve bedduaları ki, Yunan Papazı olsaydı aynısını yapacaktı ama bizimkisi Müslüman. Dedim ya sizi boğmayacağım özü olmayan laflarla, geçeceğim.

Sözün özü şu: Milli Mücadelede karşı karşıya kaldığımız büyük suikast şudur;

Anadolu’nun tüm ekonomik kaynaklarının yönetimi ele geçirmek, zaten uzun süren savaşlarda yorgun ve yoksul düşmüş olan milleti daha da fakirleştirmek suretiyle devlet yönetiminden uzaklaştırmak;

Yönetim gücüyle eğitim üzerinden yapılacak formasyonla milletin Türk olan asıl kimliğini yok ederek Türk tarihiyle olan bağlarını ortadan kaldırmak;

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Ermenistan-Kürdistan tampon devletleri üzerinden Anadolu’daki Türk varlığının Asya ile fiziki ve ekonomik bağlarını kesmek, kalan topraklarda Yunan, İngiliz ve İtalyan sömürge yönetimleri ihdas etmek;

Saray Yönetimini bu sayılan süreci işletebilmek ve yerleştirebilmek için Müslüman halk üzerinde dini otorite olarak kullanmak ve en nihayetinde Anadolu’yu bin yıl önceki Bizans devletine dönüştürerek Türk varlığı ve hâkimiyetini bu topraklardan silmek.’

Bu anlattığım yüzyıl önceki bir projedir. Bakın şimdi siz Türkiye bu projenin bugün neresindedir. Sevr’deki büyük Ermenistan nereye gitti, sorusuna gelince…

Duruyor, yerli yerinde duruyor. Geçmişle bugün arasında tek fark; Ermenistan’a kılık giydirilerek Büyük Kürdistan’a dönüştürülmüş oluşudur.  Neden derseniz, bu topraklarda Ermenicilik tezgahları tutmuyor da ondan. Baksanıza Taşnak/ PKK dahi Kürt kardeşlerimizin üzerinde yürüyor.

Bakın Garo Paylan’ın Gazi Meclis’e sunduğu kanun teklifine, Türk Milleti ve devletini sözde soykırım gibi çok ağır bir insanlık suçuyla itham eden bu zihniyet Taşnakçı ama çıkıp ortaya ‘Ben Kürtlerin hakkını savunuyorum’ diyebiliyor. Zaten bu topraklarda Ermenicilik tutmadığı için, tam yüz yıldır Kürt kılığına girmiş birileri geçip karşımıza ‘Kürtçülük’ oynuyor. İşte kılık böyle giydiriliyor, işte Ermenistan böyle Kürdistan oluyor. Ama süreç böyle devam ederse -ki ortaya çıkışı imkansız da olsa- bu yapı içinde hiçbir zaman Kürt kardeşlerimiz yer alamayacak çünkü proje Ermeni.

Hatırlayınız Taşnak Hoybun’u..

Hatırlayınız bu yapı içinde kimlerin ne amaçla yer almış olduğunu. Açın şimdi tekrar okuyun Nutuk’u. Bir daha kulak verin Atatürk’e, ne diyor bir daha bakın;

‘Saygıdeğer efendiler, bu antlaşma (Lozan), Türk Milleti’ne karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük suikastın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş siyasi bir zaferdir.’

Bu anlatılarla bugün yaşanılanlar tıpkısının aynısıdır. Bugün işgal görülemiyor çünkü düşman silahlı değil. Elinde çanta para dolu, yönetimini alıyor kaynakların, çocukların. İşgal görülemiyor çünkü düşman ortalıkta yok, siyaseti var, yönetiyor. İşgal görülemiyor çünkü siyaseti yöneten Haçlı, siyaset ise Müslüman.

Bu açıdan bakıldığında hepimizin teo-strateji nasıl bir bilimdir, karşımıza hangi kılıklara bürünmüş olarak çıkabilir, açıp öğrenmesi gerekiyor. Çünkü bilmediğiniz bir tehditle mücadele demezsiniz. Bugün çok açık söylüyorum, Türkiye’nin teo-stratejik bir tezgahın hedefindedir.

Prof. Dr. Nadim Macit, ‘Teo-Stratejiler ve Türkiye’ adlı eserinde özellikle Osmanlı-Rus harbinden sonra Müslümanların Misyonerler tarafından nasıl hedef alınmış olduğu  açıklıyor. Burada Misyonerlik adı altında örtülü bir hedefin varlığını görebiliyorsunuz. O zamanlar amaç; Osmanlı’yı eşit haklara dayalı çok milletli bir yapıya dönüştürmekle, dini azınlıkların Müslüman halk üzerinde hakimiyet kurmaktır. Şimdi ise kılık değişmiş, bu strateji Müslüman yönetiminde Haçlı siyasetini hakim kılmaya dönüşmüştür.

Bu noktada teo-stratejik bu tezgahın uygulama sürecinde, asıl hedef Türklere karşı ‘aşağılayıcı’ temaların kullanılmış oluşu akıldan çıkarılmamalıdır.

Dr. Macit, ‘aşağılayarak değersizleştirme’ yönteminin asıl hedefe erişebilmek için uygulanan araçlardan sadece biri olduğuna vurgu yapıyor. Hatırlayınız şimdi kafamıza atılan çay torbalarını, pandemi koşullarında halkın nasıl birbiri içine itilmiş oluğunu… Hatırlayınız fakrü zaruret içerisine düşürülmüş bir halkın kışta kıyamette girmek zorunda kaldığı ucuz ekmek kuyruklarını, ucuz yağ alabilmek için birbirini nasıl ezip geçtiklerini..

Dr. Macit bu sinsi stratejiye şu örneği veriyor;

 “Ünlü Amerikan Misyoner Tillman C. Trowbridge Anadolu’da yaptığı gezinin notlarında şöyle der; ‘Türklerin gerek insan olarak kendileri gerekse tüm toplumsal kurumları ilkeldir. Bunun bir nedeni ırksal ise bir nedeni de dinseldir. Türkler Hıristiyanlaştırılmadıkça ve tüm kurumları Batılılaştırılmadıkça kurtuluş yoktur. Kurtuluşun yolu Osmanlı İmparatorluğu’nu Protestanlaştırmak ve özgürleştirmektir’.

Görüyorsunuz, iş dönüyor dolaşıyor yine Anadolu ve Türk varlığına geliyor. Dr. Macit bu araştırmasında Ermenilerin nasıl kullanıldığını da ortaya koyuyor. İşte;

‘Batılılaşma ve Hıristiyanlaştırma örtüşmesine dayalı kurtuluş misyonunun Türk Milleti’ni nitelemek için seçtiği kavram ‘ilkel’dir. Böyle bir aşağılamanın karşısına ‘bu ülkenin Anglosaksonları Ermenilerdir’ öncülüğünün koyulması gerçek niyetin ne olduğunu gösterir.

İslam coğrafyasına yönelik uygulanan bu teo-stratejik model, esasen iki ana çizgide sürdürülüyor; biri, kilise, okul, hastane ve benzeri kurumlar, diğeri ise diplomatlar ve özellikle yabancı devletlerin konsoloslukları. Her iki ana çizginin buluştuğu nokta; Batı kültürünün ve mesiyanik ideolojinin kalıplarına uygun zihniyet inşa etmek şeklinde ortaya çıkıyor. Bu nedenle misyon örgütleri, 1830’dan itibaren, Beyrut’tan başlayarak eğitim ve öğretim ağı oluşturmak için harekete geçtiklerinde irtibat kurduğu kişilerden biri de Seyit Taha’dır’.

Ve Dr. Macit bu misyona İsrail’i de ekleyerek, bugün aydın suskunluğu altında gizlenen  Tarikat-Misyonerlik arasındaki bağın ilk sinyalini de veriyor. İşte;

‘ Nesturilerin İsrail’den kopan ve kaybolan bir kabile olduğunu kanıtlamaya çalışan Protestan Misyonerler, Nakşibendi Tarikatı’nın saygın isimlerinden bir olan Taha Nehri (Seyit Taha) ile irtibat kurmuşlardır.’  

Bu Nesturiler, Şeyh Sait isyanı öncesinde harekete geçirilen  Nesturilerdir, hani İngilizlerin Hakkari’de bağımsız devlet sözünü vermiş olduğu Hristiyan topluluk. Bunlar aynı zamanda, Barzani’nin bağımsızlık referandumu sonrasında Erdoğan’ın ‘sen devlet kurarsan, onlar da kurar’ diyerek kapı araladığı Asuriler, Keldaniler, Yezidiler arasında geçen Nesturilerdir.

Bu Seyit Taha, Şemdinli Bağlar köyünden Nakşibendi Halifesi Büyük Seyit Taha’dır. Torunu küçük Seyit Taha ise Türk düşmanlığı üzerine kurulmuş olan Taşnak Hoybun çetesine İngilizlerin himayesinde evini açan kişidir. Bu noktada Seyit Taha’nın Kürt olmadığını, akrabası Berzenciler ve Talabanilerin de Kürt olmadığını hatırlayınız..

Buna bir de tarihçi Ahmet Uçar’ın, Osmanlı Araştırmalar Vakfı, Tarih ve Düşünce Dergisi, Aralık 2002’de yayınlanan ‘Hahamların Torunları Barzaniler’ başlıklı makalesini de eklemeyi unutmayınız. Bu bize Rusların desteğiyle Mahabad’ı kuran Barzanilerin, İsrail kurulduktan sonra neden ABD’ye yelken açmış olduğunu da açıklayabilir.

Dr. Macit’in akademik araştırmaları, bu sinsi tezgahta kullanılan temel aracın Haçlı Misyonerler olduğunu çok net açığa çıkarıyor. Bu da aklımıza hem Osmanlı’ya hem Cumhuriyet karşı çıkarılan isyanlarda kullanılmış dini motifleri getiriyor.  Alın Osmanlı’ya isyan edenleri; Şeyh Ubeydullah, Şeyh Abdüsselam Barzani ve Molla Selim… Her üçü de tarikat şeyhiydi ve her üçü de Halidi Nakşi tarikatından…

Şimdi gelin bir bakın Koçgiri isyanını tertipleyen Seyit Abdulkadir’e, Diyarbakır isyanını çıkartan Şeyh Said’e, Şemdinli isyancısı Şeyh Abdullah’a, Dağlıca baskınını yapan Molla Mustafa Barzani’ye ve de Ağrı isyanı tezgahlayan Taşnakçı şeyhlere…   Onlar da aynı tarikattan ve hepsi ya şeyh ya şıh ya molla ya seyit.

Bunlar yan yana geldiğinde, Haçlı aleminde teo-stratejiyi politik amaçlarla kullananlar nasıl ki Misyonerler ise, Türkiye’de de kutsal inançlarımızı kışkırtarak harekete geçirenlerin şeyhler şıhlar mollalar olduğu kolayca görülebiliyor.

Bu neyi gösterir?

Bu bize -hangi inanç dünyasında olursa olsun- hedefe giden yolda kullanılan temel aracın din olduğunu ve kutsal inançların da dini kisveye bürünmüş kişiler eliyle manipüle edildiğini gösterir. Bu aynı zamanda bize, bu kişilerin toplanma merkezlerinin Haçlı aleminde kiliseler, havralar, Patrikhaneler, Müslüman aleminde ise tekkeler, dergahlar, tarikatlar olduğunu gösterir. Belki Türkiye açısından meselenin düğüm noktası bu olmalı. Çünkü geçmişten günümüze bakıldığında, Misyonerlerin kendi amaçlarına ulaşabilmek için içimizdeki tarikat şeyhlerini kullanmış olduğunu gördük. Tıpkı küçük Seyit Taha örneğinde olduğu gibi.

‘Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin teo-stratejik bir tezgahın hedefinde olduğu açıktır’ demiştim, nedir bu teo-strateji, Prof. Dr. Nadim Macit, akademik dille tanımlıyor:

“Teo-strateji, kültürel bilinci, ortak tasavvur biçimlerini, sembolleri ve mitleri dini-politik dille ortak bir amaç için güç unsuruna dönüştürmektir. Farklı inanç ve kültür havzalarını dönüştürme ve kendi politik-ekonomik kurallarına bağlama yönetimidir. Diğer yönüyle teo-strateji, dini, devletlerin ve güç merkezlerinin farklı nedenlerle uyguladıkları politik pratikleri meşrulaştırma aracıdır. Bir başka deyişle, inanç ve kültür coğrafyasını güce dönüştürme, inanç ve kültürel değerler yoluyla farklı dini-kültürel havzaları etkileme ve dönüştürmek şeklinde tanımlanabilir.

Nadim Macit teo-stratejide inançların bir araç olarak kullanıldığını söylüyor ve bunun en çarpıcı örneğini de Osmanlı’nın yıkılış döneminde egemen devletlerin dini azınlıkları kendi stratejik amaçları için nasıl kullanmış olduğunu anlatarak veriyor. Ve bu anlatımda Misyonerlerle Roma Kilisesi önemli bir yer tutuyor.

İşte Dr. Macit’in tespitleri;

‘Teo-stratejinin en önemli uygulama aracı da misyonerlerdir. Misyonerlik, kendi inanç ve kültür dünyasının dışında kalan toplumların kültürel kodlarını çözümleme, buna bağlı olarak politik ve ekonomik amaçları gerçekleştirme faaliyetlerini içeren stratejik bir kavramdır. Ruhbanlarla sınırlanan ve kurumsal yapıya taşınan dini yayma faaliyeti, belli bir aşamadan sonra kutsal nitelikli politik amaçlara dönüşmüştür. Modern öncesi dönemde kendini İslam’a karşı mevzileyen kilisenin hedefi dünyaya hükmetmek olmuştur. Bu, Roma Kilisesi’nin değişmez hedefidir .

Dr. Macit yolun sonunda Patrikhane’ye ulaşıyor ve Türkiye’ye karşı uygulanan teo-stratejinin temelinde Bizans’ın yer aldığını duyuruyor. İşte;

 ‘Patrikhane’nin (Fener Rum Patrikhanesi) kendisini ekümenik ilan etmesini dini ve masum bir mesele görenler; siyasi tarih, gelenek ve strateji ekseninde Osmanlı Devleti’nin gerileme sürecine girişiyle birlikte yaşanan olayları yeniden gözden geçirmeleri gerekir. Osmanlı Devleti gerileme sürecine girince, yıllardır inanç ve dini hayatları hukuki teminat altına alınmış dini azınlıklar, Bizans politikaları sürdürmüşlerdir.  Her zaman Türkler aleyhine çalışan Patrik  III. Parthineus Eflak Prensine gönderdiği mektupta şöyle der;

‘İslam döneminin süresinin dolmasına az kalmıştır. Hıristiyanlık dinin sadası yeniden bütün dünyayı kaplayacaktır. Ona göre tedbirler almamız gerekir.’

Patrik V. Gregorius ise geleceğe şöyle seslenmektedir;

‘Biz, gelecek olan şehrin peşindeyiz. Barbaropolis’te yaşamak istemiyoruz. Amacımız Konstantinopolis’e ulaşmaktır.’ 

İşte bütün mesele bu. 2023’ü hala bir hesaplaşma, bir rövanş olarak gören zihniyetler varsa, bu Konstantinopolis’in İstanbul’a karşı aldığı ağır yenilginin rövanşından başka bir şey olmayacaktır. Kulakları çınlasın MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli bu siyasete karşı ‘elinde Kur’an arkasında Haç takan günahkar’ demişti ama ya şimdi?

Neden 2023, 2053 ve 2071 kodlanıyor..

Şimdi bu siyasetin uzun süredir beri kullandığı, işitenin de ‘çıldırmış olmalı bunlar’ diyerek şaşkınlık içinde kaldığı 2071, 2053, 2023 kodları, tüm bu anlatılanların ışığında masaya serildiği zaman, karşımıza çıkan resmin hedefinde Anadolu ve Türk varlığı olduğu artık kesindir. Düşünsenize, gelecek yılın tarım politikasını öngöremeyip Rus buğdayına muhtaç kalan bir zihniyet, 50 yıl sonrasının hedeflerini şimdiden açıklayabiliyor. Açıklanan yıllar da ne ilginçtir ki Anadolu’nun kapılarını Türk hakimiyetine açan tarihin dönüm noktaları oluyor.

Bu bir tesadüf olabilir mi?

Bugün karşımızda duran bir siyaset, bu tarihi kodlar üzerinden bir rövanştan söz edebiliyorsa, bu rövanşın aynı tarihi yeniden yazmak üzerinden yapılabileceğini düşünmek çok mu akıl ötesi olur? Açıkçası bu rövanş, Malazgirt zaferinin rövanşı mı olacaktır?

Aynı bakışla bu rövanş Kontinopolis’in İstanbul’a karşı, denize dökülen Yunan’ın  Başkomutan Atatürk’e ve kurduğu Cumhuriyet’e karşı bir rövanşı mıdır?

Tüm bunları artık düşünmek zorundayız, çünkü bu siyasetin ‘zafer kazanacağız’ diyerek ifade ettiği 2023 seçimleri, hayal edilenin çok daha ötesinde bir öneme sahiptir. Söyledikleri ‘zafer’ kazanılırsa eğer kökleştirilecek olan bu sistemde bir daha seçim yapılmasına gerek kalmayabilir.

Görüyorsunuz işte, şu anda Cumhurbaşkanlığı partileştiği gibi, Genelkurmay Başkanlığı da partileşiyor, bu tabana yayıldığında Cumhuriyet, ‘Parti Devleti’ olmakla kalmıyor, vatandaş da partili oluyor. Şu anda dahi, Anayasa’nın teminat aldığı hak ve özgürlükleri kısıtlayan, bağımsız olması gereken yargıyı yönlendiren ve muhalif düşüncelere sahip her kişi ve demokratik yapıları hedefe koyduğu anlaşılan bu siyaset, söylediği ‘zafer’i seçimde kazanabilirse, bu aynı zamanda 2053 ve 2071 hedeflerine giden yolun da açılmış olacağı anlamındadır.

Kaldı ki daha geçenlerde Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, ‘2023 yılı bir anahtar, gerçek bir anahtar. 2023 yılından sonra da 2053’e doğru yapılacak olan hazırlıkların kapısını açacak bir seçime gidiyoruz’ demedi mi? Neyin hazırlığıdır bu, sorulmaz mı hiç?

Bu hep aklınızda olsun..

Ayrıca, bu işin ‘zafer’ kazanmakla bitmeyeceğini de hepimiz anlamalıyız. Bu siyaset intikam çukurundan gelen bir siyaset. Hatırlayınız Taşnak PKK’nın Cizre sokaklarında ‘intikam timi’ yazılı tişörtleri giyerek nasıl gövde gösterisi yapmış olduğunu, Garo Paylan’ın Gazi Meclis’e vermiş olduğu ‘Türkler soykırım yapmıştır’ diyen kanun teklifini. Sözde soykırımı Türkler yapmıştır diyen ABD Başkanı Biden’a karşı ‘Hamdolsun’ diyen Erdoğan tavrını.

Çerçevesi çizilen bu siyasi kodlar üzerinden zaten niyetini ortaya koymuş bu siyasete karşı, eğer ki uyanılmaz ise, bu vatan topraklarında  ‘Ne Mutlu Türk’üm’ diyerek Atatürk ve Cumhuriyete sahip çıkan sağlam yüreklerin varlığını sürdürme şansı da kalmayabilir.

 Bu çerçevede, gelecek nesillerin hangi koşullarda yaşayabileceğini düşünmek bile şimdiden insanın yüreğini daraltıyor. Bunu size bir endişe kaynağı olsun diye anlatmıyorum, zaten en baştan beri anlatılanlar yan yana getirildiğinde ortaya çıkan bu resim, şu anlatılanların çerçevesi içindedir.

Öte yanda, bir siyasi partinin geleceğe dönük vizyonu çerçevesinde bu kodlar, tek başına seçmeni konsolide edebilmek adına açıklanmış, sadece bir siyasi propaganda aracı olsaydı, tesadüf deyip geçecektiniz ama öyle değil.

Hatırlayınız Cumhuriyet’in tapusu Lozan’ın Sevr üzerinden nasıl tartışmaya açıldığını. Hatırlayınız ‘AKP sayesinde Türk olmaktan kurtulduk söylemlerini. ‘Türk diye bir ırk yoktur, Ege’de şehitlikler düzmecedir’ provokasyonlarını…

Hiçbiri aklınıza gelmiyorsa, hatırlayınız ‘keşke Yunan galip’ gelseydi diyen bir zihniyetin Saray’ın başköşesinde ağırlandığını. Aynı çerçevede dikkat ediniz, Erdoğan’ın ayaklarımız altına aldık dediği milliyetçiliğin sadece Türk ve Kürt’e yönelik olduğuna. Her türlüsü diyor ama Taşnak demiyor, Pontus yok, sadece Türk ve Kürt üzerinde vurgu yapılıyor.

Bu bir dışavurumdur. Bu Anadolu tarihinde birbirine karşı açtığı bir savaş olmayan ve milli mücadelede bir bütün olarak vatanın işgalden kurtulabilmesi için omuz omuza savaşan Kürtler ve Türkler bu dışavurumla hedef gösteriliyor. Yanlış anlaşılmasın, baştan beri Kürt kardeşlerimiz üzerinden nasıl bir tuzak kurulduğunu anlatmaya çalıştığımız için bu vurguyu yapıyorum. Yoksa elbette ki Cumhuriyeti kuran Türkiye halkı içerinde her kimliğin bu mücadeleye katkı vermiş olduğunu biliyoruz.

Mesele şu anda çok başka. Bugün memlekette Ermeni sorunu var, toprak istiyor, tazminat istiyor, soykırım gibi bir insanlık suçuyla Türk Milletini mahkum ettirmek istiyor. Ama siz kalkıp ‘Ermeni sorunu var’ demek yerine çıkıp ‘Türk milliyetçiliğini ayaklar altına aldık diyebiliyorsunuz. Öte yanda Türk Milletinin öz be öz evlatları olan, tarih boyu bir iç savaşa girmemiş Kürt kardeşlerimizi ‘sorun’ olarak algılatabilmek için her çabayı gösteriyorsunuz. Ama memlekette Pontus sorunu var, Yunan sorunu var, adalarımız işgalde, haritalar yayımlanıyor, kalkıp da Pontus milliyetçiliğini ayaklar altına aldık demiyorsunuz, Rum demiyorsunuz, Ermeni demiyorsunuz.

Ne anlama geliyor bu?

Peki ya BOP…

Erdoğan eşbaşkanıdır değildir bilemem, ama bizzat canlı tanıklığımla ve 17 yıldır yapılan araştırmaların desteğinde son 43 yıldır izlenen siyasetin sonuçlarını açık görebiliyorum. Düşününüz Özal siyaseti için ‘İhaneti Gördüm’ diyen benim. Türk Ordusuna bu siyaset eliyle kumpas kurulduğunda ‘İhaneti Yaşamak’ diyen, işte bu satırları size yazan yürek.

Tekrara düşmeden, açık açık söylüyorum, bu siyasetin aldığı karar ve yaptığı uygulamalar İsrail’in Ortadoğu Planı  ile bire bir örtüşmektedir. Bu siyasetin Barzani ile geliştirdiği ilişkiler ve Suriye’de Esad rejimini devirmek için yapılanlar, ABD’nin Ortadoğu Projesi  ile bire bir örtüşmektedir.

Şimdi ‘neden bunu bize yapıyor bu siyaset’ diye soruyorsanız, bunu bir çırpıda izah edebilmek mümkün değil. Ancak bu noktada tarihçi ve ilahiyatçı aydınlarımıza büyük bir vazife düşüyor, aydın suskunluğu artık bozulmalıdır. 

Uğur Mumcu’nun ilk kez kamuoyuna duyurduğu Tarikat-İsyan arasındaki bağlar çözülmelidir. Düşünüz bir başımıza yola koyulup ‘Saray’daki Gizli Tarikat’ diyerek Cübbeli’nin tarikat Halifesi Şeyh Halid’in günümüze gelen bağlantıları ortaya koyulabiliyorsa, bir ilahiyatçı aydının araştırmaları neleri önümüze serebilir, bir düşünün. Aynı şekilde Barzani-Tarikat ilişkisi ‘Yanlış İttifak’ adıyla sizlere bilgi sunabiliyorsa, aydın bir tarihçi buradan yola çıkarak günümüz siyasetiyle ilgili ne bağlar ortaya koyabilir, bir düşünün.

 İçine düşürüldüğümüz bu çıkmazdan bilginin gücüyle kurutulabilmek için çağrı yapıyorum aydınlara; anlatın, Halidi Tarikatı nedir, Osmanlı’dan günümüze siyasetle olan bağları nedir, Cumhuriyete karşı tertiplenen isyanlarda bu tarikat şeyhlerinin küresel güçlerle olan bağları nedir, anlatın ki nasıl bir çukura düşürülmüş olduğumuzu görelim.

Hala ‘Neden yapıyor bunu bu siyaset’ diyorsanız, verebileceğim açık ve net yanıt şudur; alıp başımıza taç ettiğimiz bu Müslüman siyaset bize hizmet etmiyor. Adaların işgaline gözyummakla Yunan’a, Fener Patrikhanesine karşı uyguladığı devlet protokolüyle Ortodoks Kilisesi’ne, özelleştirme ve Türk kimlik satışı yoluyla Araplara, Esad rejimini devirmeye çalışmakla İsrail’e, Barzani’ye bağımsızlık yolunu açmakla ABD’ye hizmet ediyor ama biz Türk Milletine hizmet etmiyor.

Bunu görmek durumundasınız. Bize bizden başka bir kimsenin yardım edebileceğini asla düşünmeyiniz. Buna karşılık, kendi vatanımızda sığınmacı pozisyonuna düşürülmeye de izin verilebileceğini kimse hayal etmesin.

Kod 2023 işte budur; Türk tarihini Türk Milletine karşı Bizans kodlarıyla yeniden yazabilmek.

Görüyorsunuz, ‘İleri demokrasi’ denilerek insanlarımız etnik ve dinsel temelde ayrıştırılıyor. ‘İnsan hakları’ denilerek Kürt etnik kimliği üzerinden, ülkemizin bir kısmında Taşnak/ PKK devlet içinde devlet oluyor, çaresizliğe düşürülen halkımızın yönetimi ele geçiriliyor.

 ‘Sıfır sorun politikası’ denilerek Türkiye Cumhuriyeti Devleti yalnızlaştırılıyor. Dinlerarası diyalog’ adıyla Anadolu’da Haçlı misyonerliğinin kapısı açılıyor, zemin hazırlanıyor.

Kumpas olduğu açığa çıkmış, bitmiş bir dava üzerinden yine ‘Kod Ergenekon, kod Balyoz’ denilerek Türk Ordusu etkisizleştiriliyor. ‘Özel okullar’ denilerek milli eğitimden uzaklaşılıyor, en zeki çocuklarımız sınavlar yoluyla elimizden alınarak devşiriliyor.

 ‘Özelleştirme’ denilerek Anadolu’nun zengin yer altı ve yer üstü kaynakları yabancılara devrediliyor. ‘Pandemi vuruyor, zamlar vuruyor, alım gücü düşüyor, buna çare ‘kredi al’ diyorlar, millette zaten para yok, ama borçlandırılıyor.

Böyle Türk Milleti bu siyasete karşı tepkisizleştiriliyor.

Ve tüm bunlar da neden yapılıyor biliyor musunuz; Anadolu’nun insan ve ekonomik kaynak yönetimini ele geçirmek, Anadolu’daki Türk varlığı ve kimliğini zaman içerisinde tarihten silmek ve böylece Haçlı seferlerini sona ulaştırabilmek için. Yani eski Roma ve Bizans’ı yeniden dünyaya getirmek için.

İşte gidişatımız budur.

Bin yılı aşkın bir süredir Anadolu’yu silah gücüyle elimizden alamayanlar kılık değiştirmiş, elinde para dolu çantalar, elinde Kuran’ı Kerim, ağzında besmele olan bir siyasetle karşımıza çıkmışlardır. Atatürk’ün Nutuk’ta büyük suikast diyerek bizi uyardığı tehlike de işte budur. Burada mesele bu tehlikeyi görebilmektir.

Başta dedim ya… 30 yıl Türk Ordusunda şanla şerefle hizmet, terör ve kaçağa karşı mücadele, evlatlarımızın tanık olduğum şehadetleri, hafızalardan hiç gitmeyen anılar bir köşede, son 17 yıldır gece gündüz demeden bitmeyen bir araştırma, topluma sunulan 14 eser, artık taşıması zor ağır bir yük gibi omuzlarıma çöken bilgiler öbür köşede. Açıyorum pencereyi, bakıyorum ülkeme, işte gördüklerimi yazdım sizlere.

Erdal Sarızeybek

Araştırmacı Yazar

Kod 2023 Son Tezgah/2022

Başa dön tuşu