Kimse Göremedi AKP ‘Neden Göremedi’.. ’43. Gün’

Kod Ergenekon..
Şimdi..
ABD ve Çekiç Gücün bölgemizde ne yapamaya çalıştığını yakından görmüş olan bu gözler, Türk Ordusuna karşı 1989 Körfez kriziyle düğmeye basılmış olduğunu da görebiliyor.
Zincirleme giden olaylar birbiri ardına peş peşe sıralandığında, 91 Körfez savaşı nasıl ki ABD için bir dönüm noktası ise, Türk Ordusunu hedef alan kumpaslar açısından 2002 Körfez krizinin bir dönüm noktası olduğunu söyleyebiliriz.
Kriz başladığında, Türkiye’de üçlü koalisyon vardı.
Başbakan Bülent Ecevit ABD’nin Irak savaşına karşıydı. Türkiye’nin destek vermeyeceğini açıkça söylüyordu. Genelkurmay Başkanlığı da aynı görüşteydi.
Devletin zirvesi olası bir Irak savaşında, ABD’ye destek verilmesinden yana değildi. Kaldı ki dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kıvrıkoğlu tarafından bu duruş net bir şekilde ifade edilmişti.
Katar Emiri Halife El-Tani’nin onuruna düzenlenen, 25 Aralık 2001,akşam temeğinde Ecevit Genelkurmay Başkanı Org. Kıvrıkoğlu ile görüşmüş, ABD’nin Irak’a müdahalesi ve doğabilecek sonuçlarının ne olduğunu sorduğunda Kıvrıkoğlu’nun verdiği yanıt aynen şöyleydi[1];
‘ABD’nin müdahalesi halinde Kuzey Irak’ta bir Kürt Devleti gündeme gelebilir. Böyle bir şeyi hazmedemeyiz. Türkiye buna kayıtsız kalamaz. Irak zaten fiilen üçe ayrılmış durumda. Irak’ın resmen üçe ayrılmasını Türkiye, Rusya, İran, Suriye, kısaca tüm Araplar kabullenemez. Arap topraklarında etnik başka bir ülkenin kurulmasını kimse hazmedemez’.
Yani Genelkurmay, ABD’nin Irak’a müdahalesiyle ortaya çıkması güçlü bir olasılık olan bir Kürt devletini Türkiye’ye yönelik bir tehdit olarak algılıyordu.
Bu tehdit algısını ne denli isabetli olduğunu zaten Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın 2007 yılında yaptığı açıklamadan biliyoruz.
Öte yanda, gazeteci Cengiz Çandar daha krizin bir yıl öncesinde, ABD’nin bu harekatı yapabilmesi için Ecevit iktidardan düşürülmesi gerektiğini ilan etmişti.
Böylesi bir süreçte, durup dururken, Bahçeli’nin erken seçim çıkışıyla erkene seçime gidildi. Tıpkı Çandar’ın dediği gibi Ecevit Hükümeti gitti ve AKP’nin iktidar oldu.
Zaten Usta’nın Başbakan olduğu gün ABD savaşı başlattı.
Şimdi Ecevit, erken seçimler ve AKP. Bu zincirleme giden olaylar serisinin Körfez kriziyle bağlantılı olduğunu artık görebiliyoruz.
İşte Türk Ordusunun siyaset ve yargının hedefine çekilme süreci böyle başladı.
Önce 4 Temmuz 2003 çuval vakası. Akabinde Irak’a sınır ötesi harekat kararının alınması.
Ama Barzani karşı çıkınca, bu karardan vazgeçilişi. Ardından Cumhurbaşkanı Gül’ün imzaladığı söylenen gizli anlaşma. Ajanslara göre ABD’ye Türkiye’nin Irak kuzeyine müdahale etmeyeceği garantisi verilmişti.
Şimdi ABD’ye yeşil ışık yakan Usta iktidarıyla, bu siyasete dik duruş gösteren Genelkurmay arasındaki çelişkiyi görebiliyoruz.
Tesadüf bu ya, ‘askeri vesayet’ tartışması da bu sürece denk düştü.
Siyasi çevrelerin diline doladığı ‘askeri vesayet’ neydi?
Türkiye’de Milli Güvenlik Kurulu anayasal bir kurumdur. Ulusal güvenlik söz konusu olduğunda, hükümet temsilcileriyle Türk Ordusunun komuta heyeti burada buluşur. İç ve dıştan devletin varlığı ve bekasına yönelik olası tehditler bu kurumda masaya yatırılır.
Körfez krizinin yaşandığı bu dönemde, bu anayasal kurumda askerin bir ağırlığı vardı.
Gündemi asker belirliyor ve izlenmesi gereken ulusal güvenlik siyasetini hükümetin önüne koyuyordu. Buradan çıkan karar bir tavsiye niteliğinde olsa da anayasal bir kurul kararıydı. Hükümet açısından dikkate alınması gerekiyordu.
Şimdi meseleye bu pencereden bakıldığında, hükümetin olası bir Irak savaşında ABD’den yana tavır koyulmasını istediğini, Genelkurmay’ın ise buna karşı çıktığını görebiliyoruz.
Şimdi bu askeri vesayet midir?
Bana sorarsanız hayır.
Bir ülkede ulusal güvenlik politikaları sadece siyasi iktidar tarafından değil, devletin güvenlik mekanizmasında yer alan tüm kurumların müşterek kararıyla tayin ve tespit edilir.
Dünyanın her yerinde bu böyledir. Ama Usta işlerin böyle yürümesini istemedi. Türk Ordusuna verilecek sınır ötesi vazifelerde tek yetkili, tek karar merci olmak istedi.
Bu durum Özal zamanında da yaşanmıştı.
91 Körfez savaşında Türk Ordusunu Irak’a göndermek isteyen Özal, vazifenin gereği olarak yazılı siyasi direktif vermeyince, komuta kademesinden tepki görmüş. Hatta dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay istifa etmişti.
Alın bunu getirin bugüne.
Türk Ordusu şimdi Suriye’ye gönderiliyor ama ortada bilinen bir siyasi direktif yok.
Usta, siyasi hedef olarak ‘Suriye’nin toprak bütünlüğü’ diyor ama Türk Ordusuna verilen muhaliflerle(ÖSO)[2]müşterek harekat vazifesi, bu direktifle çelişiyor.
Dolayısıyla buradan Usta’nın Türk Ordusu üzerinde tek yetkili olma arzusunu anlayabiliyoruz.
İşin düğümü de bu zaten.
Eğer ki komuta kademesi Usta gibi gibi düşünmüyorsa ne olacak? İzlenen Suriye politikasının Türkiye’nin ulusal çıkarlarıyla örtüşmediğini ileri sürerek harekata karşı çıkarsa ne olacak?
Başta demiştim, ABD’nin coğrafyamızda ne yapamaya çalıştığını yakından gördü bu gözler ve yaşadı, diye. İşte bu gözler komuta heyetinin, çok doğal bir bakışla, ABD yörüngesinde giden Ortadoğu politikasına karşı durduğunu görebiliyor.
Kaldı ki önümüzde Türkiye’yi ağır zarara uğratmış bir Özal politikası dağ gibi karşımıza duruyor. İşte bu noktada Türk Ordusu ABD’yle paralel giden bu dış politikaya karşı duruşunda haklıdır. Ama bu hak verilmedi. Aksine siyasi iktidar bu karşı duruşu, kendi politik çıkarları açısından bir engel olarak gördü.
Bize bu tespitlerimizin doğruluğunu kanıtlayabilecek öyle ağır olaylar yaşandı ki Türkiye’de… Başta Dağlıca saldırısı, tek başına ibretlik bir vakadır.
Şimdi Körfez kriziyle başlayan olaylar bu pencereden birbirine bağlandığında, Türkiye’nin ABD yörüngesinde giden Irak politikasına komuta heyetinin taraftar olmadığını görebiliyoruz.
Çünkü Türk Ordusuna verilmek istenen sınır ötesi harekat vazifesiyle, Türkiye’nin ulusal güvenlik ihtiyaçları birbiriyle örtüşmüyor.
Aksine Türk Ordusunu, Türkiye’yi hedef aldığı artık bilinen küresel projelere hizmet eder bir konumuna düşürüyor.
Bu da bize kod Ergenekon kumpasının hedefine neden Türk ordusunun yerleştirilmiş olduğunu açıklayabiliyor.
Hatırlayınız Türk Ordusuna karşı işletilen kumpasın yedi yıl sürmüş. Arada 17/25 yaşanmıştı. Zaten 17/25 vakası ortaya çıkınca, zorunlu olarak, Kod Ergenekon soruşturmasının durdurulduğunu söylemiştik.
Yani kimsenin başına gökten taş düştüğü için değil, ABD ve İsrail Fetö’yü Usta’ya karşı harekete geçirdiği için, Kod Ergenekon’un bir kumpas olduğunu açıklamak zorunda kalmışlardı.
Usta bu davayla ilgili olarak ‘ben bu davanın savcıyım’ demiş, soruşturmaya devlet desteği vermiş hatta Zekeriya Öz’ü zırhlamıştı.
Bu davayı öyle ciddiye almıştı ki yargılamayı eleştirenlere karşı ‘Silivri’de tiyatro yok, Silivri’de milletin hakimleri savcıları millet adına sanıkları yargılıyor’ diyerek o savcılara şahsen destek bile vermişti.
Bu yaşananlar karşısında insan aklı doğal olarak, 17/25 olmasaydı kumpas devam edecekti, diye düşünüyor.
O yılları hatırlıyorum da Büyükanıt’ın ‘Özal ve Erdoğan siyaseti Türkiye’ye kaybettirmiştir’ diyen açıklaması nasıl ki bizi tam yüreğimizden vurmuş ve ‘İhaneti Gördüm’ diyerek yola koyulmamıza vesile olmuştu.
Aynı şekilde Usta’nın ‘ben bu davanın savcısıyım’ diyerek destek verdiği kod Ergenekon soruşturmasının daha başta bir kumpas olduğunu fark ettiğimde, ‘Ergenekon Gölgesinde İhaneti Yaşamak’ diyerek yazdık ve tekrar yola koyulmuştum.
Ama daha düşünceli daha endişeli.
Çünkü artık her şey gözlerimizin önünde yaşanıyor, Türk Ordusunun komutanları sanki teröristmiş gibi yaka paça sorgusuz sualsiz gözaltına alınıyor ardından tutuklanıyordu.
Bu soruşturmada daha ilk bakışta beni çarpan kod adıydı.
‘Ergenekon ’dediler ve bir daha bu ismi dillerinden düşürmediler. Bugün de öyle zaten. Halbuki adli soruşturmalar kod adı almazdı. Sayı ile ifade edilirdi ama kanunu yok saydılar.
Böylece Türk Milletinin yaratılış destanını terörle, şiddetle, örgütle yan yana getirdiler.
İşin aslı, binlerce yıllık tarihi olan bir millet yaratılış destanı üzerinden yargılanıyordu ama bu algı operasyonuna ‘dur’ diyen çıkmadı.
Düşünebiliyor musunuz, bir destanın adı topluma ‘öcü’ gibi gösterilemeye başlanmıştı. Bu operasyona paralel olarak, soruşturmanın şiddetini ve yasadışılığını eleştirenleri de ‘Ergenekoncu’ diye yaftalayıp yargıladılar.
Toplumda ağır bir korku havası estirdiler.
Sonrasını biliyorsunuz zaten toplu gözaltılar, toplu tutuklamalar, onuruna yediremeyip canına kıyan subaylar, hasta olup cezaevinde yaşamını yitirenler, perişan edilen aileler.
Aslında bu hava şimdi de var gibi, sadece adı değişik, şimdiki adı Fetö!
Tam yedi yıl süren bu davayla ilgili karar daha yeni açıklandı.
‘Ergenekon diye bir terör örgütü yok ‘dediler.
Usta şimdi nadim olmuş. ‘Bu operasyonlarla şahsım başta olmak üzere, tüm ülke yanlış yönlendirildi, aldatıldık’ demiş.
Aslında bu bir mesajdı.
Mecburen durdurdukları davanın sessiz sedasız kapatılması için bir mesaj. Usta mesajı böyle verince, memlekette haliyle yaprak bile kımıldamadı.
Oysaki yer yerinden oynamalı, kumpasın sorumlularına çok ağır bir hesap sorulmalıydı. Ama görülen o ki bir şey olacağı yok!
Bu soruşturmaya destek veren siyasetin bir nedameti yok.
Kumpasa çekilmiş subaylar açısından mağduriyetlerin giderilmesi yok.
Kaldı ki davanın bittiği de yok çünkü İlker Başbuğ hala yargılanıyor. Yargı süreci henüz bitmedi. Biz buradan, dava dosyasının kapatılmadığını anlıyoruz.
Görülen o ki bu siyaset, kumpas davasındaki sorumluluğunu üzerine hiç almayacak. Verilmesi gereken hesabı hiç vermeyecek. Aksine Türkiye’deki değişime şu ya da bu şekilde bir direnç ortaya çıkarsa eğer, kod Ergenekon üzerinden yargıyı bir sopa gibi tekrar harekete geçirmenin hesapları yapılıyor.
Ve bu siyasi hesapların merkezinde İlker Başbuğ tutuluyor.
Neden bunu yapıyorlar?
İlker Paşa, kod Ergenekon kumpas soruşturmasında en önemli isim. Terör örgütü lideri yaftasıyla tutuklanmış son Genelkurmay Başkanı.
Bilgi birikimi, tecrübesi ve Cumhuriyet değerlerine bağlılığıyla ortaya çıkan liderlik özelliği onu siyasetin hedefine çekiyor.
Onunla birlikte aynı değerlere sahip ve bu kumpastan mağdur olmuş çok sayıda subayın varlığı, bu siyaset açısından risk taşıyor.
Bu yönüyle bakıldığında, mağdur edildiği ortaya Türk Ordusunun arkasındaki kamuoyu desteği ile İlker Paşa’nın bir gün olası bir demokratik hesaplaşmada oynayabileceği liderlik, bazı çevreleri rahatsız ediyor olmalı.
Çünkü ‘Ergenekon diye bir terör örgütü yok’ diyeceksin ama hala İlker Başbuğ’u ‘bu örgütün lideri’ diye yargılayacaksın!
Bu adalet bir gün hiç mi işlemeyecek?
Bu da bize Türk Ordusuna karşına karşı hala siyasi hesapların yapıldığını gösteriyor.
Şimdi hepimiz biliyoruz ki Kod Ergenekon kumpasının asıl hedefi bu küresel siyasi projenin önünde bir engel olarak görülen Türk Ordusudur.
Fetö’nün siyasi ayağının şekillendirdiği yargı tarafından vuruldu.
Komuta heyeti dağıtıldı.
Teröre siyasi çözüm olmaz diyen subaylar, Cumhuriyet değerlerine bağlı aydınlar tasfiye edildi. Türk tarihinin sembolü ‘Ergenekon’ çocuklarımızın hafızasından silindi.
Yaratılan korku ve baskı ortamıyla Türk Milleti tepkisizleştirildi.
Bu kime fayda sağladı?
Hiç şüphe yok ki en başta ABD ve İsrail’e yaradı.
Türk Ordusu örselenerek hem sürecin işleyişi güçlendirildi hem de hızlandırıldı. Öyle hiç lamı cimi yok, sonuçları işte bu!
Ama şimdi Usta ne diyor?
‘Bu operasyonlarla şahsım başta olmak üzere, tüm ülke yanlış yönlendirildi, aldatıldık…’ diyor. Hep yaptığı gibi, ‘aldatıldık’ diyerek tek kelimeyle her şeyi kesip atıyor.
Kendine göre dosyayı kapatabiliyor.
Halbuki kumpası kuran Gülen’le birlikte Usta’nın izlediği siyasetin sonuçlarına bakıldığında, aynı yolda yürüdükleri zaten ortaya çıkıyor.
Türkiye’nin gözleri önünde büyüyen bu yapı nasıl kuruldu? Doğrudan doğruya Usta’nın ‘ne istedin de vermedik’ sözleriyle ifade ettiği devlet desteğiyle hem para buldu hem de küresel destek.
Bu cemaat özellikle cami cemaatini kullanarak…
Gülen’in abi ve ablaları çocuklarımızı kullanarak…
Gülen’in iş adamları küçük esnafımızı kullanarak, kutsal din duygularımızın istismarı sonucunda bu güce kavuştu.
Bakın işte Barzani- PKK’ya…
Özal Barzani’yi Özerk, Usta da izlediği siyasetle federe devlet yaparken…Özal üçbeş çapulcu’yu silah güç, Usta da izlediği siyasetle bu örgütü siyasi güce dönüştürürken karşı çıkan oldu mu?
Hayır!
Ege’deki Türk adaları Yunan işgaline terk edilirken…
Suriye’deki Türk toprağı fiilen terk edilirken…
Kıbrıs’ta Rumlar AB’ye üye yapılır, Türkler bir kenara atılırken…
Fener Rum Patriğinin ekümenik çıkışlarına gözyumulurken…
Evlerin altı kiliseye dönüştürülürken, Akdamar adasındaki tarihi harabe restore edilip Ermeni ayinlerine açılırken, azınlık vakıflarına tarih öncesi malları geri verilirken Cemaat hiç karşı çıktı mı?
Hayır!
Özelleştirme denilerek ülke kaynakları satılırken de karşı çıkan olmadı.
İleri demokrasi diyerek etnik ve mezhepsel farklılıklar temelinde bir olan Türk milletini birlikte ayrıştırdılar.
Özel okullar dediler, gelecek nesillerimizin akıl yönetimi özele terk ettiler. Hiç karşı koyan oldu mu?
Gülen’den cemaat, cemaat içinden F tipi, F tipi içinden Fetö çıkışına kadar giden bu süreçte devletin tüm kapılarını açan kimdi?
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ordusuna kumpas kurdular.
Ne Cemaat karşı çıktı ne de Usta! Usta, ‘Silivri’de tiyatro yok, Silivri’de milletin hakimleri savcıları millet adına sanıkları yargılıyor.’ diyerek bu kumpasa verdiği desteği açıkça itiraf etmemiş miydi?
Peki, Gülen ile Usta bugüne kadar izledikleri müşterek siyasette karşı karşıya hiç geldi mi?
Hiç birbirlerine rakip oldular mı bu son dönemece kadar?
Saymayın 17/25 Aralık vakasını, geride kalan bir hiç!.. ‘Efendim artık uyandık, yanlıştan döndük’ diyorlar ama bu keskin viraj bu hızla dönülebilir mi dersiniz?
Meseleye işte bu izlenen siyaset ve sonuçları açısından bakıldığında, bugün Türkiye’yi yöneten siyasetle dün Cemaati yöneten siyasetin birbirinden hiçbir farkı olmadığını görebiliyoruz.
Oysaki yıllar önce bu küresel teo-stratejik yapıyı ‘tarikat- ticaret-siyaset’ diyerek çerçevelendiren Uğur Mumcu bize anlatmamıştı. Demek unutmuşuz.
Şimdi tüm bu anlatılanlar çerçevesinde alın şimdi Özal’dan. Çiller’i geçin gelin Usta’ya. İzledikleri siyaseti ve sonuçlarını yan yana koyun bakalım.
Karşınıza çıkan resimde ne görüyorsunuz?
Türkiye’de aranılan siyasi ayağın gölgesi hakkında bir fikir verebiliyor mu?
Belki bu aşamada bu soru sizi şaşırtabilir. Hatta ‘bu nasıl ayak’ bile diyebilirsiniz.
Ama demiştim ayağı kişilerde değil, bu siyaseti izleyen yapıda, bu siyasetin sonuçlarında ve hepsini şekillendiren küresel projede aramak gerekiyor.
Daha başta size isim vermiş olsaydım, ‘o, bu, şu, işte siyasi ayak’ bunlar deseydim.
Üç beş kişinin hemen gözaltına alınıp yargılanmasıyla gerçekten siz bu meselenin böyle son bulacağını mı düşünürdünüz?
Ya da diyelim ki yargı harekete geçseydi, beş on milletvekilini hem de iktidar partisinden hemen gözaltına alsaydı, sonra bize dönüp ‘işte siyasi ayak’ bu deseydi.
Siz hala Türkiye’de her şey sütliman mı olur diye mi düşünecektiniz?
Bu gerçekten bir aldatmaca!..
Bu gerçekten bir algı operasyonu.
Bu tıpkı bugün medyanın üç beş teröristin yakalanmasıyla ‘teröre ağır darbe’ diyerek attığı manşetlerle kamuoyunu aldatılışına benzer.
Bu tıpkı Fransız polisinin örgütle bağlantılı bir dönerciye yaptığı baskının yine aynı medya tarafından ‘PKK kasasına büyük operasyon, örgüte ağır darbe’ şekilde attığı manşetlerle ‘artık terör bitiyor ve hükümet bu işi sonunda becerdi’ şeklinde yaratmaya çalıştığı algıya benzer.
Birlikte başladığımız yolun sonunu görmeden, bu aşamada söylenebilecek her şey Türk Ordusuna bu yapılanlarla ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ adı altına Türkiye’nin halen yaşamakta olduğu köklü değişimi açıklamakta yetersiz kalır.
Türkiye değişiyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal düzeni ve sistemi değişiyor.
Türk Ordusuna yapılanlar bir yana, Türkiye kaynaklarının yönetimini kaybediyor ve bugün şimdi Türkiye anayasal ulus devlet kimliğini de kaybetmenin eşiğinde.
Bu konuda belki çok şey söylenebilir ama işin kolaycılığına kaçıp ‘işte siyasi ayak bu AKP’ deyip geçilemez.
Bu Sevr’i aşar, bu BOP’u aşar, bu AKP’yi de aşar.
Bu bize yaşatılanlar hepsinin boyunu aşar.
Belki hepsinden bir parça vardır ancak bu parçaların anlamlı bir şekilde birleştirilmesi gerekiyor ki ayak ortaya çıkabilsin.
İnsan aklını zorlayabilecek daha kapsamlı daha sinsi bir proje olmalı.
İçinde ABD, İsrail, Rusya, İngiltere ve belki de Gazi Paşa’nın ‘yüzyıllardır Türk Milletine karşı planlanmış büyük suikast’ ifadesiyle eşanlamlı ancak bugün yaşadıklarımızla bire bir örtüşen yeni bir küresel proje olmalı.
Gelecek bölümde 17/25 Aralık vakasını anatacağım..
Kitap:
Usta’nın Göremediği Siyasi Tuzak
[1] Bila, ‘Sivil Darbe Girişimi ve Ankara’da Irak Savaşları’, s. 33.
[2] ÖSO: Özgür Suriye Ordusu.