Uğur Mumcu’ya.. ‘Ne Oldu Neden’

Uğur Mumcu..
‘22 Ağustos 1942’de, babasının görevi nedeniyle bulundukları Kırşehir’de doğdu.
Ulus’ta Devrim İlkokulu’nda başladığı ilköğrenimi Bahçelievler Ulubatlı Hasan İlkokulu’na tamamladı.
Cumhuriyet Ortaokulu ve Deneme Lisesi’ni bitirdikten sonra, Ankara Hukuk Fakültesi’ne girdi. 1965’te Fakülte’yi bitirdi.
Bir süre avukatlık yaptı. Sonra dil öğrenmek için İngiltere’ye gitti. Dönüşünde Hukuk Fakültesinin İdare Hukuku Profesörü Tahsin Bekir Balta’nın asistanı oldu.
12 Mart’ın aydınlara yönelik baskıcı tutumundan o da payını aldı; askerliğini yapmak için hazırlanırken tutuklandı, sonrasında Sakıncalı Piyade sayıldı. Askerlik dönüşü gazetecilikte karar kıldı, üniversiteden ayrıldı.
Yön, Kim, Devrim, Türk Solu, Ortam, Akşam, Milliyet ve Yeni Ortam’dan sonra uzun süre Cumhuriyet’te yazıları uzun süre yayınlandı. Ölümünden önce 25; ölümünden sonra yazılarının toplandığı 40’ı aşkın kitabı yayımlandı.
Atatürkçü, laik, cumhuriyetçi, demokrat bir Türkiye’nin yılmaz savunucusu; devrimci, hep emekten yana olan, hep araştıran ve sorgulayan gazeteci Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 günü otomobiline konan bir bomba ile inandığı değerler uğruna öldürüldü.
Çok iyi bir araştırmacıydı; siyaset-ticaret-tarikat ilişkilerini açığa çıkarmış, terör ve kaçakçılığın ardındaki karanlığı aydınlatmıştı. Adına alışageldik Kürt isyanları denilen olayların ardında yönetici ve yönlendirici olarak yer alan Halid-i Nakşibendi Tarikatı’nın bilinmeyenlerini bize duyurmuştu.
Yapmış olduğu araştırmalar ve tespitler hala güncelliğini koruyor, hala kitapları ilk günkü gibi okunuyor ve günümüz araştırmacıları onun işaret ettiği izlerden yola çıkarak bugün yaşanılan sorunun tarihsel köklerini araştırabiliyor.
Ender bir araştırmacıydı; ABD’nin Ortadoğu’da oynadığı oyunu, özellikle 1’nci Körfez Savaşında Çekiç Güç’ün üstlenmiş olduğu misyonu daha işin başında tespit etmiş, hem yetkilileri hem de kamuoyunu uyarmıştı.
Cesurdu; gözlerin apaçık gördüğü bu oyunlar karşısında bugün dahi pek çok aydın sessiz kalmayı yeğlerken, Uğur Mumcu o yıllarda yüksek sesle konuşuyor ve yazıyordu. Bugün ekranlarda dile getirilmeyen siyaset-tarikat-terör-ticaret ilişkilerini ve küresel oyunları daha o yıllarda söylemekten hiç çekinmemişti.
Kararlıydı; günümüzün aydınları ‘ben Atatürkçüyüm’ demekten dahi çekinirken, Atatürk ilke ve devrimlerinden o asla vazgeçmemiş, hep savunmuştu; bugün geride bıraktığı eserler tespitlerimizin tartışılmaz kanıtlarıdır.
Uğur Mumcu Halepçe katliamı(1988) başlayan süreçte Ortadoğu’yu, ABD, AB ve İsrail’i yakın takibe almıştı, hep bu konuları araştırıyor ve yazıyordu.
Uğur Mumcu’nun hedeflerinden biri Çekiç Güç’tü;
‘Çekiç Güç’ün amacı, Federe Kürt Devleti’nin kurulması ve kurulan bu devletin Batı askeri gücüyle korunmasıdır. Bu sonuç, Kürtler açısından Kürtlere özerklik veren 1920 Sevr Antlaşması’nın 64’ncü maddesinin gerçekleşmesidir…
Ve Türkiye, Ortadoğu’nun karanlık ve dipsiz kuyularına Talabani’nin ipiyle iniyor; Talabani ve Barzani’ye devlet kurdurmak için oluşan Çekiç Güç’e destek veriyor,’[1] derken…
Uğur Mumcu çözümü içimizde arıyordu, dışarıda değil;
‘Kürt sorunu, ülke topraklarından parçalar kopararak değil, din ve mezhep ayrımlarını silahlı çatışmalarla körüklemekle değil, ABD ve CIA destekli Kürtçülükle değil, Edirne’den Ardahan’a, Ağrı’dan İzmir’e, Diyarbakır’dan Antalya’ya kadar her yerde ‘insan haklarına saygıyla’ çözümlenir. Türk’ü Kürt’e, Kürt’ü Türk’e, Alevi’yi Sünni’ye düşman eden bu emperyalist siyasetin Türkiye’ye neler getireceğini görmemek için kör ve sağır olmak gerekir. Ya da ‘gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde’ olmak!’[2]
Uğur Mumcu, sorunun köklerini de dışarıda görüyordu, içeride değil;
“Kim destekliyor PKK’yı?
PKK örgütünün genel karargâhı, ‘’Bekaa Vadisi’ndeki kamplardır. Kuzey İran’da da PKK kamplarına rastlandığı ileri sürülüyor. Abdullah Öcalan’ın, ayrıca Suriye’nin başkenti Şam’da bir evi bulunuyor.
PKK, Avrupa’nın birçok ülkesinde de örgütlenmiş durumdadır. Örneğin PKK’nın Almanya’daki yayın organları ‘Berxwedan’ ve ‘Serxvedun’ adlı gazeteler de Bonn ve Köln’de yayınlanmaktadır. Alman terör örgütü ‘Baader–Meinhoff’ çetelerinin Türkiye’de örgütlenmesine izin verilse, acaba Alman hükümeti ne düşünürdü?
PKK, bir terör örgütüdür ve bu terör örgütü NATO ülkelerinin başkentlerinde ve büyük kentlerde kolayca örgütlenme ve çalışma olanağı bulmaktadır. Bunlar, bütün dünyanın gözü önündeki açık desteklerdir.
PKK eylemleri 15 Ağustos 1984 günü başladı. Kürt’ü Türk’e, Türk’ü Kürt’e; Ermeni’yi Türk’e, Türk’ü Ermeni’ye; Alevi’yi Sünni’ye, Sünni’yi Alevi’ye düşman eden, emperyalizm ve emperyalizmin Ortadoğu’daki çıkarlarıdır. Dün öyleydi, bugün de öyle.’’[3]
Uğur Mumcu, öldürülmeden birkaç gün önce İsrail-Mossad-Barzani ilişkilerine ulaşmış, bu kirliği yumağı çözmeye başlamıştı;
‘Ortadoğu’nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor. Kanıtlanan son ilişki Mossad-Barzani ilişkisidir. Mossad, İsrail’in gizli istihbarat örgütüdür’.
Uğur Mumcu yüzyıllık Kürt dosyasını açmış, Türk yurdu ve ulusuna yönelik tehditlerin iç ve dış kaynaklarını açığa çıkarmış ve Mustafa Kemal’in 1927’de bize duyurduğu Büyük Suikast’ın yeni çehresini görmüştü.
Yaşasaydı, bu kitapta açığa çıkan gerçekleri yirmi yıl önce okumuş olacaktınız.
Son kitabının adı Kürt Dosyası idi ama tamamlamaya ömrü yetmedi.
24 Ocak 1993’te, uğradığı bir suikast sonucu öldürüldü…
Abisi Ceyhan Mumcu’yu Show TV televizyonu Siyaset Meydanı programında görmüştüm; Uğur Mumcu cinayeti hakkında şunları söylüyordu;
‘Uğur’un ölümünden önceki son altı ay içinde yazmış olduğu tüm yazıları araştırdım. Yazdığı makale ve yazıların %75’i, ABD’nin Irak kuzeyinde kurmayı planladığı Kürt devleti projesine ait olduğunu gördüm. Uğur, ABD’nin Irak projesi, Barzani ve Talabani’nin faaliyetlerine dikkatleri çekmeye çalışmış. Uğur’un ölümünde radikal dini gurupları aramak ve İran’ın bu işin arkasında olduğu söylemek doğru değildir. ABD’nin Kürt devleti projesine bakmak lazım’.
TBMM Araştırma Komisyonu, Uğur Mumcu suikastını şöyle anlatıyor;
‘24 Ocak 1993 günü saat 13.30 sıralarında, Ankara İli Çankaya İlçesi Gaziosmanpaşa Karlı Sokak No: 63 önünde park halinde iken, önceden yerleştirilmiş patlayıcı maddenin infilakı sonucu parçalanan 06 YR 245 plakalı otomobil içerisinde sahibi Gazeteci Yazar Uğur Mumcu hayatını kaybetmiştir’[4].
Uğur Mumcu cinayetini soruşturan TBMM Araştırma Komisyonu ilk bakışta iki husus tespit etmişti:
İlki, Uğur Mumcu’nun aracının infilak ettiği sırada olay yerinde olan tanık Ayhan Aydın isimli tanığın durumu; diğeri ise, cinayetten dört gün İstanbul Emniyet Müdürlüğü İslami Hareket adlı radikal dinci bir örgüte karşı başlatılan operasyon.
Tanık Ayhan Aydın, polise verdiği ilk ifadede, iki şüpheliyi olay esnasında gördüğünü beyan etmiş, daha sonra yapılan yüzleştirmede de bu kişilerin Mehmet Ali Şeker ve Ayhan Usta olduğunu teyit etmişti[5].
Ancak bir sorun vardı…
İstanbul Emniyeti’nin İslami Hareket adlı örgütü karşı yaptığı operasyonda adı geçen kişiler şüpheli görülmüş ve gözaltına alınmışlardı. Gözaltı tarihi tutanağa ‘23 Ocak’ yani Uğur Mumcu cinayetinin işlediği gün şeklinde geçirilmişti.
Komisyon bu tutanakta tahrifat yapıldığı, aslı 27 Ocak olan tarihin ‘23’ şeklinde değiştirilmiş olduğu kanaatindeydi ama sonuca ulaşamadı.
Tanık Ayhan Aydın ise, bu olayın tanığı olarak ortaya çıkmasıyla birlikte başına gelmedik iş kalmamıştı…
Uğur Mumcu cinayeti çözülemedi, dosyası zamana aşımı denilerek rafa kaldırıldı.
Peki bu alçak suikast çözülebilir miydi?
Niye çözülemesin ki!
Soruşturmayı sürdüren DGM Savcısı Ülkü Coşkun, doğrudan yapması gereken kimi işleri yapmazsa, görevi gereği göstermesi gereken özeni, özveriyi ve duyarlılığı göstermezse nasıl çözülsün ki!
Hele ki bu savcı ‘bu işi devlet yapmıştır, siyasi iktidar, isterse çözülür’ derse, Uğur Mumcu ne yapsın, ailesi, yakınları, sevenleri ne yapsın;
‘Adalet Bakanlığı Müfettişleri A. Vehbi Aksoy ve Muharrem Coşkun’un 4 Ağustos 1995 tarihli ortak raporunda:
Uğur Mumcu’nun öldürülmesi ile ilgili olarak oluşturulan hazırlık kağıtlarının incelenmesi ve yukarıda açıklanmasına çalışılan kimi konulardan da anlaşılacağı üzere;
Soruşturmayı yürütmekle görevlendirilen DGM Savcısı Ülkü Coşkun’un, toplumda derin tepki uyandıran ve kamuoyunun çok yakından ilgilendiği söz konusu olayda, yukarıda belirtilen biçimde, doğrudan icra etmesi gereken kimi, işleri yerine getirmemek suretiyle, arzulanan özveri ve duyarlılığı göstermediği izlenimini uyandıracak bir tutum izlediği,
‘Bu işi devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse çözülür’ biçimindeki sözleriyle, olaya bakışını dile getirdiği sonuç ve kanaatine varılmıştır. Hakim Kıdemli Binbaşı Ülkü Coşkun hakkında soruştum maddesi gerçekleştirildiğinde, disiplin cezası tayini gerektiği düşünülmüştür.’[6]
Adalet Bakanlığı Müfettişlerini böylesi ağır bir rapor yazmaya sürükleyen de, adı geçen savcının cinayetten 26 gün geçmiş olmasına karşın Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’nun ifadesine başvurmayışı olmuştu.
Düşünebiliyor musunuz; savcısınız, bir cinayet var ve olayın en yakın tanığı maktulün eşi ve iz onu olaydan 26 gün sonra dinliyorsunuz…
Sonra bir savcı, ‘bu işi devlet yapmıştır’ nasıl der!
Burada devlet dediğimiz kim; anayasaya bağlı kalacağına yemin etmiş siyaset ve bürokrat mı yoksa onların içine sızmış köstebekler mi?
O savcıyı o makama atayan devlet değil mi!
Devlet olayın çözülmesi için her yetkiyi bu savcıya vermemiş mi!
Bu kolaycılıktır; ‘devlet yapmıştır’ deyip işin içinden sıyrılmak!
Bu sorumsuzluktur; ‘işin içinde iş çıkar’ endişesiyle sorumluluktan kaçmak!
Ya da…
Uğur Mumcu cinayeti bir köstebek cinayetidir, bu köstebekleri bulup temizlemek de bizim bildiğimiz anlamda devlete düşen bir görevdir.
Uğur Mumcu öldürülmemiş olsaydı, dediğim gibi Büyük Suikast çok önceleri açığa çıkmış olacaktı…
Kitap:
Büyük Suikast/Kürt Gerçeğinde Bilmediklerimiz
[1] Mumcu, ‘Türk Memet Nöbete’, s. 249.
[2] Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 1 Nisan 1991.
[3] Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 12 Ağustos 1992.
[4] Uğur Mumcu Cinayeti, TBMM Araştırma Komisyonu Raporu, s. 58, UM: AG Yayınları, 2007.
[5] Uğur Mumcu Cinayeti, TBMM Araştırma Komisyonu Raporu, s. 60.
[6] TBMM Araştırma Komisyonu Raporu, ‘Uğur Mumcu Cinayeti’, s. 180.