Siyaset

‘Siyasal Kürtçülerin Tarih Merakı’

Türkiye’de ‘Kürt, Kürtçülük, siyasi Kürtçülük’ gibi kavramlar ne yazık ki iç içe geçmiş durumda… Oysaki ‘Kürt’ bir sorun değil, sorunları var ama kendisi bizzat sorun değil. ‘Kürtçülük’ de öyle, bir bütünün bir parçası olarak kendini gören bir kimliğin demokrasi ve insan hakları çerçevesinde kendini geliştirmek istemesi asla sorun değil.

Sorun, bu kimliğe siyasi anlam ve hedefler yüklenmek istenişinde yatıyor.  Bu siyasi anlam ve hedefler küresel siyasetle bir araya geldiğinde ise, gerçek bir sorun olarak Türkiye’nin karşısına çıkıyor…

Siyasal Kürtçülük, Türkiye toprakları üzerinde adı ‘Kürdistan’ olan ayrı bir devlet kurmak amacıyla yürütülen örgütlü siyasi faaliyetlerdir. Geniş anlamıyla küresel planlara paralel olarak Anadolu ile Asya arasındaki coğrafik bağı koparabilmek için bu bölgede tampon bir devletin kurulması maksadıyla izlenen yolun siyasi ve silahlı cephesidir.

Dolayısıyla siyasi Kürtçülük hem iç hem de dış kaynaklı bir meseledir.

Sorunun çözümünde dış politiğin önemi ne kadar büyük olursa olsun, iç politik çözümler asıl anahtardır; içeriden desteklenemeyen bir küresel siyasetin varlığını uzun süre yaşatamayacağı açıktır. Çözümün ortaya konulabilmesi için de önce sorunun ne olduğu bilinmelidir.

Bu da bizi, zorunlu olarak siyasi Kürtçülüğün Türk tarihindeki yeri ve kaynaklarına çekiyor…

Gerçekten de Türkiye, siyasi ayrılıkçı bir hareket olarak gördüğümüz bu sorunla söylenildiği gibi çok uzun bir süredir karşı karşıya olduğu halde görmezden gelmiş ise, bu durumda bir o kadar uzun süreli ayrılıkçı bir çatışmanın varlığından söz edilebilir ve köklerini tarihin derinliklerinden alan bir sorunun çözülmesi sanıldığı kadar kolay olmayabilir.

Ama yok, çok yakın tarihte ve halk desteği olmayan dış kaynaklı bir hareket ise, bu durumda bu coğrafyada ve bugün söylendiği şekliyle bir Türk- Kürt çatışmasının tarihsel derinliğinin olmadığı aksine yüzeysel olduğu anlatılabilir ve bu da sorunların çözümünü kolaylaştırabilir.

Her halde siyasi Kürtçülüğün tarihteki izleri sürülmeli ki gerçek ortaya çıkabilsin…

Günümüzde siyasi Kürtçülerin ilk çıkış noktası Çaldıran; 1514’de Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail’e karşı savaşan aşiret reislerine beylik verdiğini ve bu beyliklere özerklik tanıdığını ileri sürüyorlar. Çaldıran koşulları ile günümüz arasında doğrudan bir ilişki kurma çabası içinde bu özerkliğin bugün de geçerli olmasını savunuyorlar.

Yani ‘geçmişte özerktik, şimdi de özerk olmalıyız’, diyorlar.

Böyle bir tezin dayanak bulabilmesi için, Osmanlı Türk Devleti’nin Kürt aşiretlerini yerleşik bir devlet düzeni altına alışının ardında bir ‘siyasal Kürtçülük’ düşüncesi var mıydı, ona bir bakmalı. Kürtçülük adına verilmiş bir söz ya da yapılmış bir talep söz konusu muydu, bu bir araştırılmalı.

Öte yanda bu siyasi Kürtçüler, Osmanlı devrinde yaşanmış isyanları günümüze bağlayıp PKK eylemlerine bağlamak çabası içindeler. Hatta ‘ilk isyan 1806, son isyan 2014’ diyerek, günümüzle Türk tarihi arasında iki yüzyıllık bir siyasi köprü olduğunu ileri sürüyorlar.

Osmanlı’nın 18’nci yüzyıldan itibaren güç ve toprak kaybetmeye başlaması üzerine Doğu Anadolu’da bir takım isyanların yaşanmış olduğu doğrudur. Ancak bu isyanların ardında bir ‘Kürt’, bir ‘Siyasal Kürtçülük’ ya da ‘Kürdistan’ gibi siyasi bir hedef var mıydı, bir incelenmelidir.

Sonra bu isyanlar örgütlü müydü, benzer siyasi hedeflerden mi yola çıkmıştı, amaçları neydi, tüm bu sorular masaya yatırılmalıdır.

Buna karşın bu tezleri ileri sürenlerde böylesi bir çalışma görülmüyor. Çaldıran sonrası kurulan düzenin özünde bir yönetim biçimi olabileceği hiç düşünülmüyor; o devrin koşullarında hayata geçirilmiş ve şartlar değişince de bu beyliklerin ortadan kaldırılmış olduğu hep gözden kaçırılıyor. Bu da siyasi Kürt hareketine karşı daha başta bir güvensizlik yaratıyor, özünde bir halk hareketi olmadığı düşüncesini güçlendiriyor.

İsyanların Ardındaki Gerçek..

Siyasi Kürtçülerin kendilerine tarihsel zemin aradığı isyanlar öylesi karmaşık değil, açık; Prof. Dr. Ümit Özdağ Osmanlı devri için sekiz isyan sıralıyor; Abdurrahman Paşa(1806), Ahmet Paşa(1812), Mir Muhammed(1830), Kör Mehmed(1834), Bedirhan(1846), Yezdan Şer(1855), Şeyh Ubeydullah(1880) ve Molla Selim(1914). 

1806-1855 arasında yaşanılan ilk altı isyanı üç bey çıkarmıştı; Soran, Baban ve Bedirhan. Her üçünün de coğrafyası Kuzey Irak’tı. Kalan iki isyanı da Halid-i Nakşibendi şeyhleri çıkarmıştı.

Yani Türk tarihinin gizlisi saklısı yok, her şey açık…

Bizim meselemiz şu; bu isyanlar neden çıkarılmıştı?

Bugünkü siyasi Kürtçülerin dayandığı zemin gerçekten bu isyanlar mıydı yoksa işin içinde başka bir iş mi vardı?

Tarihçi diplomat ve yazar Dr. Bilal Şimşir bu isyanları doğrudan Tanzimat reformlarına bağlıyor, şöyle ki;

‘Tanzimat döneminde, Batı’dan örnek alınarak yapılmaya başlanan yeni idari düzenlemelerde ortaçağ kalıntısı şarklı derebeyliklere artık yer yoktu. Rumeli’de olsun, Anadolu’da olsun, irili ufaklı bütün derebey kalıntıları, ayanlıkları ortadan kaldırılacaktı. Devletin yasaları ülkenin her köşesinde geçerli olacak ve uygulanacaktı. Vücudunun değilse bile, nüfuzunun kırılıp ortadan kaldırılması gereken beylerden biri de Cizreli Bedirhan Bey idi.’

Siyasi Kürt hareketinin araştırmacı yazarı Altan Tan’a göre de bu isyanlar 1839’da başlatılan Tanzimat reformlarına bir tepki. Altan Tan bu olayları, Kürt beylerinin 1514 Çaldıran ile elde ettiği gücün bu reformlar sonucu bir ölçüde kırılması olarak görmüş ve bu isyanlarda öne çıkan bir Kürt kimliği olmadığını şöyle açıklamış:

‘1839 yılında Mustafa Reşit Paşa tarafından okunarak ilan edilen Tanzimat Fermanı batılılaşma yolunda önemli bir dönüm noktası oldu. Siyasi, mali, hukuki ve idari yeni düzenlemelere gidildi. 1856 yılında bugünkü anlamda tapu teşkilatı kurularak geleneksel Osmanlı toprak düzeni değiştirildi. Tüm bu gelişmeler Kürt beylerinin Yavuz Sultan Selim ile yaptıkları 1515 antlaşmasının şartlarının da değişmesine neden oldu… Tanzimat Fermanı’yla ortaya çıkan bu yeni durumu kendi statülerine yönelik bir tehlike ve beyliklerinin tasfiye sürecinin başlangıcı olarak değerlendiren Kürt beyleri yeni düzenlemelere itiraz ederek direnmeye ve yer yer de isyan etmeye başladılar.’

Yani Baban, Soran ve Botan beylerinin isyanları siyasi Kürtçü bir nitelik taşımıyor.

Peki, bu isyanlar konusuna eğilen yazarların arasında hiç mi görüş ayrılığı yoktu, hepsi aynı fikirde miydi?

Elbette görüş ayrılığı vardı ama bu, isyanların siyasi karakteri olup olmadığı yolunda değil, misyonerlerin isyanlardaki rolü üzerinde toplanmıştı. İlginç olanı, araştırmacıların bazısı bu konu üzerinde önemle dururken, bazılarının ise gündeme getirmekten ısrarla kaçınmış olmaları. Oysaki misyonerlik önemli, hem siyasal Kürtçülük faaliyetlerinden çok daha eski hem de siyasi Kürtçülüğe zemin hazırlayan itici bir güç. Bu nedenle üzerinde durulması gerek…

Misyonerlikle paralel giden Kürtçülüğün başlangıcı olarak Vatikan Misyoneri Garzoni’nin Roma’da yayınladığı ilk Kürtçe grameri ve sözlüğü gösteriliyor. Yıl 1787; Garzoni Güneydoğu Anadolu’da bir misyoner olarak dolaşmış ve dikkatleri bu bölgede yaşayan Kürt kimliği üzerine çekmeye çalışmış.

Dr. Bilal Şimşir bu misyonerliği siyasi Kürtçülüğün başlangıcı olarak düşünmüş, şöyle diyor;

‘1787 yılı Kürtçülüğün başlangıç tarihidir, denilebilir. Katolik Misyoner Garzoni bir bakıma çığır açmıştır. Onun ardından dikkatler Kürtlere çevrilerek Anadolu bölgeleri siyasi amaçlarla araştırılmaya, didiklenmeye, gezilip incelenmeye başlanmıştır’.

Kürtçülüğün başlangıcı olarak Garzoni’nin bu faaliyetlerini düşünmek doğru olmayabilir. Çünkü siyasi Kürtçülükten anlaşılması gereken, Kürtler üzerinde yapılmış bu ilk araştırmalar değil, bir devletin çatısı altında yaşayan insanların etnik kimliklerinin öne çıkarılarak ayrıştırılması ve bir siyasi proje temelinde parçalanmasıdır. Ne zaman ki Kürtler bir siyasi projeye konu olur, o noktadan itibaren siyasi Kürtçülüğün başlangıcından bahsedilebilir.

Burada misyonerlerin Kürtlere ilgisini siyasi Kürt hareketinin başlangıcı olarak görmemeli; her şeyden önce ortada siyasi bir proje yok, bunlar daha ilk araştırmalar, bir hazırlık çalışması. Elbet sonrası gelecektir; önce toplumun etnik analizini yapmak, sonra ayrıştırmak, daha sonrasında ayrışan grupların güçlenmesini sağlayarak bir çatışma ortamı yaratmak gibi…

Kaldı ki burada araştırma yapan sadece Garzoni değil, üzerinde araştırma yapılan sadece Kürtler de değil, aynı süreçte diğer etnik kimlikleri farklılaştırma çabasını gösteren Fransız, Rus ve Ermeni araştırmacılar da var. Hele ki Ermeniler üzerinde yapılmış olan araştırmaları duysanız, şaşırırsınız.

İsterseniz size Kazım Karabekir Paşa’nın yapmış olduğu araştırmalardan bir örnek verebilirim…

İşte Karabekir Paşa’nın Ermeniler için yaptığı tespitler;

 ‘Bizanslılar Suriye ve Mezopotamya’yı kaybettikten sonra Ermenistan’ın ehemmiyeti kalmamış görüyorlardı. Çünkü o zamanlar Biznas düşmanlarının merkezi İran’da bulunuyordu. İşte bu düşüncelerle Bizans’la Halifeler arasında Ermenistan husunda bir anlaşma yapıldı. Bagradit Aşo’ya Kral unvanı verildi.  Bağdat’tan Halife Muhammed billah , emir İsa ile Halife adına Ani’ye geldi. Aşo’ya krallık tacını giydirdi. Bizans İmparatoru Bazil(Basile, Ermeni’dir) yeni krala hükümdarlık rütbesini verdi’.

‘Halifeler Van bölgesini doğrudan doğruya idare etmektedir. 885-1045 yılları arasında, Ermeni Krallığı Halifelere vergiye bağlı olmak şartıyla bir Yahudi Hanedanı krallar idaresindedir. Ermeni tahtına aslen Yahudi olan Bagradit hanedanı getirildi. Bunların başı olan Sembat, Babil Kralı Nabukodonosor(Nabukednazzar) Filistin’de Yahudi Juda Krallığını yakıp Yahudileri göç ettirdiği sırada(MÖ.586) Ermenistan’a sürülmüştü’.

‘Bundan beş yüz yıl sonra Ermenistan’ın Arsasid hükümdarlarının birincisi olan Vagharşak, Sembat soyundan Bagarat’a süvari komutanı payesi vermişti. Bu aileye taç giyme gününde, krallara taç giydirme şerefini de bahşetmişti. Bu aile, Yukarı Çoruh mıntıkasında derebeyi idi. Çok malikanelere sahip idiler. İşte bundan dolayı Bagraditler(Yahudi) en büyük prenslerden sayılırdı. Çok zengin olmaları ve aynı zamanda Bizans ve Bağdat’la uyuşma fikrinin de eklenmesiyle Bagradit Aşot Ermeni krallığına getirilmişti…”

Buradan ne sonuç çıkar bilir misiniz; en önce Ermeni-Yahudi ittifakı çıkar çünkü aynı kral, aynı coğrafya, aynı toplum. Buradan Ermenilerin Van’da kök salmış olduğu çıkar ki, bu da bize 1915 Van Ermeni isyanının nasıl güç kazanmış olduğunu açıklar. Öte yanda Kars bölgesinde Ermeni köklerini açıklar ki, bu da bize Rusların Birinci Dünya Harbi’ndeki Doğu Anadolu işgalini nasıl bir hızla sürdürmüş olduğunu açıklar.

Buradan daha çok şey çıkar…

Biz kendi işimize bakalım, şu Garzoni ile ilgili konuya dönelim…

Kürtler üzerine araştırma yapan Fransız, Rus ve Ermenileri Alman, Avusturyalı ve İtalyan misyoner gezgin ve akademisyenler izlemiş ve tüm bu akademisyenlerin eserleri de Paris’teki Yaşayan Doğu Dilleri Okulu Kütüphanesi’nde arşivlenmiştir.

1840-1966 yılları arasında Kürtçülük üzerine yayınlanmış olan 100 kaynak eserin ülkelerine göre dökümüne, bir örnek olsun diye bakabiliriz;

‘Fransa 23; Rusya 18; Ermenistan 16; Almanya 15; Arap ülkeleri 12; İngiltere 8; Avusturya ve Çekoslovakya 4; İtalya 2 ve Türkiye 2.’

Bu dökümde ilk dikkatimizi çeken, Türkçe’den çevrilmiş eserlerin sayısındaki azlık; topu topu iki tane, demek ki kendi sorunlarımızı dış dünyaya yeterince anlatamamışız.

Öte yanda Ermeni, Rus, Fransız ve Almanların Kürt kimliğine karşı dikkat çekici ilgisi de gözlerden kaçmıyor, demek ki bu ülkelerin dış siyasetiyle Kürt kimliği birbiriyle bağlantılı imiş…

Şimdi bu isyanların nedenleri üzerinde bilmem ki fazla söze gerek var mı, hepsi açık…

Osmanlı Devleti açısından bakarsanız; yarı bağımsız beylikleri merkeze bağlamak ve bu şekilde yeniden toparlanabilmek için yola çıktığı söylenebilir. İzlenen bu siyasetinin ardında hem dış baskıları hafifletmek hem de vergi ve asker toplama işlerini düzene koyarak güçlenmek arzusunun yattığı da görülebilir.

Bu isyanlara, isyanı çıkartan kişiliklerin siyaseti açısından bakarsanız; 1514’te ‘Bey’ olan aşiret reislerinin Tanzimat’la birlikte sahip oldukları güç ve otoriteyi kaybetmek endişesiyle hareket ettikleri anlaşılabilir. Her isyan kendi özelinde incelendiğinde dahi bu endişe apaçık görülür; aralarında bir fikir birliği olmayan, örgütlü olarak yönetilmeyen, siyasi bir hedefe koşmayan, her beyin kendi isyanını yaşadığı bir olaylar zinciri…

İsyanlara siyasal Kürtçülük açısından bakarsanız; hiçbirinde ‘Kürt, Kürtçe, Kürdistan’ gibi siyasi taleplerin bulunmadığı açıktır.

Ama iş bu siyasi Kürtçülere kalırsa küçük büyük her olay bir siyasi isyan, üstelik Kürt adıyla yazılmış bir isyan. Onlar için coğrafya ayrımı yok, isyanları çıkartanlar ve yönetenlerin gerçek etnik kimliği ve dinsel bağlarının da önemi yok yeter ki Türk devlet yönetimine karşı bir eylem olsun, gerisinin hiç önemi yok.

Oysaki bir olay siyasi Kürt hareketi ekseninde araştırılmak isteniyorsa eğer, sadece etnik kimlik ya da coğrafyadan yola çıkmak yetmiyor. Daha geniş bir pencereden bakmak gerekiyor; kişilikler, etnisite, coğrafya, mezhepler, o süreçteki iç ve dış politik durum gibi. Çünkü tarih bu, yaşanılan her olay geride bir iz bırakıyor ve bu izler silinemiyor, bir gün mutlaka düşünen ve araştıran akılların karşısına çıkıyor…

Hepsi art arda sıralandığında görülen o ki, öncelikle dikkate alınması gereken bir coğrafya var; Kuzey Irak… Bu coğrafyada gözden kaçırılmaması gereken üç büyük güç var; Baban, Soran ve Botan beyleri…Revanduz merkezli Soran zayıf bir beylikti, mum ışığı gibi parlayıp sönmüştü; beyleri tarih sahnesinden çekildi, unutulup gittiler, biz de unutup gidebiliriz. Süleymaniye merkezli Baban ile Cizre merkezli Botan beylikleri ise oldukça güçlüydü, işte onları unutmak mümkün değil çünkü Türk tarihinin son yüzyılında hep karşımıza çıkacaklar…

Erdal Sarızeybek

Araştırmacı Yazar

Büyük Suikast/2014

Başa dön tuşu