Tüm Yollar Roma.. ’28. Gün’

Yollar İsrail’e Açılıyor..
Gelen son dakika haberleri göre İsrail Gazze’yi yine vurdu, can kaybı ağır..
İsrail nedir görebilmek için biz 27. Günde kaldığımız yerden devam edelim..
Her ne kadar Usta, kimi zaman yüksek sesle, kim zaman el kol hareketleriyle, bazen Yenikapı’da miting yaparak İsrail’e karşı net bir tavır sergiliyor olsa da, bugün belki de en çok merak edilen, İsrail’in Ortadoğu’da yaşanan savaşların neresinde olduğudur.
Ortadoğu yanıyor.
Libya’dan Mısır’a, oradan Filistin ve Lübnan’a. Derken Suriye ve Irak’a kadar uzanan kutsal topraklarda büyük bir yangın var. Üstelik bu coğrafya Arap Baharı denilerek yakılıyor.
Öte yanda dünya nefesini tutmuş bekliyor. İran’ın, bugün mü yoksa yarın mı, ne zaman vurulacağının hesapları yapılıyor.
Peki, bu olayların neresinde İsrail?
İsrail’in Ortadoğu’daki varlığı, ABD ve İngiltere’nin bölgedeki zengin enerji kaynaklarına ulaşabilmek arzusunun bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu küresel güçler kendi çıkarlarını koruyabilmek adına ve İsrail eliyle bölgedeki zengin enerji kaynaklarının yanı başında -deyim yerindeyse- tünediler.
Yoksa tarihi tersine çevirip üç bin yıl önceki İsrailoğullarını Tanrı vaadi topraklara getirmek ya da Tanah’ta yazılı olduğu gibi Süleyman mabedini kurmak ve böylece yeni bir savaş başlatmak gibi kutsal inançlara dayalı tezler tek başına İsrail’in varlığını açıklayamaz.
Açıklayamaz çünkü… en başta Ortadoğu üç bin yıl öncesi Ortadoğu değildir. Tanrı vaadi topraklarda yaşayanlar da antik çağların yerli kabileleri değildir. Rusya ve Çin gibi, bölgede yeni güç odakları var.
Dolayısıyla bu bölgede kışkırtılacak bir savaşın küresel bir savaşa dönüşmesi her zaman olasıdır. Ancak bir dünya savaşı hiç kimsenin işine gelmez. Yer yer çatışmalar yaşanabilir, yer yer savaşlar çıkabilir. Ancak işin dünya savaşına kadar gitmesi oldukça zordur.
İsrail’e baktığımızda kurulduğu günden bugüne etrafındaki ülkelerle savaştığını görüyoruz. Hatırlayınız 1948, 67 ve 73 Arap-İsrail savaşları. Ve bakınız haritaya, neredeyse çevresinde savaşmadığı ülke kalmadı İsrail’in.
Bugün işler özünde değişmemiş olsa da, işin seyri değişti. 91’de ABD’nin Irak işgali Ortadoğu’daki bu değişimin dönüm noktası oldu.
O tarihe kadar doğrudan cephe savaşı veren İsrail artık mecbur kalmadıkça doğrudan savaşa girmiyor. Çünkü ‘Vur-kaç’ usulü yaptığı saldırılar dışında cephe savaşı İsrail’in işine gelmiyor.
Bunun üç ana nedeni var:
İlki, ABD ordusunun bölgedeki fiili varlığı. İkincisi, olası bir cephe savaşının bir din savaşına dönüşme riski. Son olarak da cephe savaşına girdiği takdirde İsrail’e karşı nükleer silah kullanılması riski.
Kaldı ki -ne dinler arası savaş ne nükleer ne de üçüncü dünya harbi- işin böylesi büyütülmesine gerek bırakmıyor. Çünkü Kurdukları terör örgütleri eliyle zaten vekalet savaşı çıkarabiliyorlar. Böylece savaşı istedikleri alana, istedikleri süreye çekebiliyorlar. Ta ki hedefledikleri siyasi sonucu elde edinceye kadar.
Bugün hala bölgemizde savaş devam ediyorsa, Irak ve Suriye’de beklenen siyasi sonuçlara henüz ulaşılamadığı içindir.
Şu andaki siyasi hedefleri Suriye rejimi alaşağı edip İsrail yanlısı bir hükümet işbaşına getirilmek.
Böylece İran’ın Lübnan Hizbullahı’yla olan bağını kesilmek. Ardından İran’ı yalnız bırakmak.
Yani birincil siyasi hedefleri Suriye’deki rejime dayanıyor. Bu noktadan bakıldığında Irak-Şam İslam Devleti(IŞİD) adıyla bilinen terör örgütünün sadece bu hedefe ulaşabilmek için kurulmuş bir taşeron olduğu anlaşılabiliyor.
Bugün Türkiye’ye bakıldığında ise, sıcak gündemde İsrail’in bu siyasi hedefinin yer almadığı, ABD ile yapılan müzakereler ve güvenli bölge üzerine kilitlendiği görülüyor.
Oysaki güvenli bölge meselesi, İsrail açısından birinci önceliğe sahip değil. Çünkü Suriye’de yeni yönetim esaslarını belirleyecek olan anayasa eğer ki ABD ve Rusya arasında hedeflenen temeline koyulabilirse, kamuoyuna neredeyse ölümcül tehdit olarak algılatılan güvenli bölge meselesi kendiliğinden çözülecek.
Öyle ya Usta’nın 18 yıllık iktidarında Irak kuzeyindeki kamplarla sınırlı olan ve sayısı da üç beş bini geçmeyen PKK/PYD dedikleri bu yapı, nasıl oldu da kimse görmeden sınırları aştı? Fırat’ın doğusuna yerleşti, toprağın, kaynakların ve insanların yönetimini nasıl ele geçirdi ve özerkliğini ilan etti?
İsrail’in siyasi hedefine giden süreç işliyor.
Suriye’de asıl iş yeni anayasaya kaldı. Bu fiili durumu anayasal teminat ve ABD-Rusya’nın garantörlüğü altına almaya kaldı.
Niye bu güvenli bölge konusu Türkiye’de ana gündem maddesi oluyor derseniz, yarın anayasa işiyle işler rayına girdiğinde ve böylece Fırat’ın doğusunda uluslararası arenada tanınmış PKK/PYD özerk yönetimi karşımıza çıktığında şaşırmayalım, diye.
Küresel proje işliyor ve bu süreç örtüleniyor, hepsi bu.
Rusya’ya gelince…
Rusya’nın bu durumdan rahatsız olduğu yok. Suriye’de yaşanan savaşı lehine çevirdi. Akdeniz’de askeri üs elde etti ve şimdi ‘daha başka ne alabilirim’ hesabı içinde asıl oyuncuya dublörlük yapıyor Rusya alacağını aldı.
Bu Rusya için gerçekten tarihi bir açılım çünkü Çar Deli Petro’nun iki yüz yıllık vasiyeti böylece gerçekleşmiş oldu. İki dünya harbi sonrasında Ortadoğu’ya giriş kapısı bulamayan açılamayan Rusya, bırakın şimdi kapıyı, bu coğrafyaya tünel açtı.
Şimdi Akdeniz kıyılarında Rusya’nın artık hem kara hem deniz hem de hava üsleri bulunuyor, üstelik kalıcı.
Kaldı ki dört parçalı sözde Kürdistan’ın birleştirilerek tampon bir devlet kurulması -hani şu Büyük Ortadoğu Projesinin kilidi olan- onun da işine geliyor. Çünkü böylesi bir tampon devlet, Asya’daki Türk dünyası ile Anadolu’nun bağı kesilebiliyor.
Sözün kısası…
Şu an coğrafyamızda üçüncü dünya harbi yaşanıyor. Her iki dünya harbinde Ortadoğu’ya inememiş olan ABD ve Rusya, şimdi bu coğrafyada. Aralarında paylaşım savaşı yaşanıyor.
Ama bu savaş terör örgütleri üzerinden oynandığı için, harp sahasında ordular yerine paralı askerler, cihad diyerek yol koyulmuş militanlar ile Irak ve Suriye kuzeyindeki farklı etnik kimlikler yer aldığı için, görülemiyor.
Örtüleniyor.
Bu kısa açıklamadan sonra konumuza dönebiliriz…
Ortadoğu’da bir Yahudi devlet fikrinin, 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde yapılan Dünya Siyonist Kongresinde Theodor Herzl tarafından ortaya atıldığını biliyoruz.
Herzl’in, Filistin topraklarını satın almak maksadıyla Osmanlı Padişahı Sultan II Abdulhamid ile görüşme yaptığını da biliyoruz. Bu teklif Saray’da kabul görmeyince, 2 Kasım 1917, İngiltere resmen harekete geçti.
Dönemin Dışişleri Bakanı James Balfour, ünlü Yahudi milyarderi Rotschild’e bir mektup yazdı ve Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi devletine İngiliz Kabinesinin onay verdiğini dünyaya duyurdu.
Deklarasyon aynen şuydu;
‘Sevgili Lord Rotschild,
Yahudi Siyonist beklentilere uyum gösteren aşağıdaki bildirinin Majeste’nin hükümeti tarafından bakanlar kuruluna sunulduğunu ve kabul edildiğini bildirmekten zevk duyarım. Majestelerinin hükümeti Filistin’de Yahudi halk için ulusal bir yurt kurulmasının lehindedir ve bu amaca ulaşılabilmesi için gerekenleri elinden geldiğince yapacaktır.
Filistin’de bulunan Yahudi olmayan toplumların medeni ve dinsel haklarına yönelik tarafgirliğe ve herhangi bir ülkedeki Yahudilerin sahip olduğu haklara ve siyasal konuma halel getirilmesine meydan verilmeyeceğinin bilinmesi gerekir. Bu bildiriyi Siyonist Federasyona iletirseniz size müteşekkir olurum. Saygılarımla. Arthur James Balfour.’
Şimdi bu kararın daha ilk büyük harp bitmeden alınmış olduğu düşünüldüğünde, İngilizlerin savaş sonrası Filistin toprakları üzerinde Yahudi bir devlet kurma niyetinin olduğu açık.
Aynı mantıkla bakıldığında, İsrail gibi henüz ilan edilmiş bir proje olmadığından, Ermenistan ve Kürdistan diye iki ayrı devlet kurma fikrinin ise henüz doğmamış olduğu da açık.
Bu yaklaşım Londra’daki toplantıda konuşan Fransız temsilcinin ‘Kürdistan yeni ortaya çıkmış bir ögedir’ İfadesiyle de örtüşüyor.
Peki büyük harbin sonunda neden İsrail kurulamadı?
İngilizler için harbin başında iki hedef vardı; Almanya’yı durdurmak ve Osmanlı topraklarını ele geçirmek.
Bu hedefe giden yolda önce Osmanlı İmparatorluğunu işgal edip Almanya’yı yalnızlaştırmak gerekiyordu ki ilk hedef Osmanlı seçildi. Bu aynı zamanda İngiliz sömürgeciliğine, köklerini bu coğrafyanın tarihinden alan büyük emellerin gerçekleştirilebilmesi için de bir fırsat verdi.
Düşünsenize Osmanlı’yı almak demek; bir yanda kutsal topraklar, diğer yanda Akdeniz’den Hindistan’a uzanan yollar ve zengin enerji kaynakları…
Tabii burada Osmanlı derken başta İstanbul ve Boğazları olmak üzere Anadolu, Ege ve Akdeniz, Kızıldeniz’den Basra Körfezine uzanan zengin kaynaklarıyla stratejik bir coğrafyayı düşünmeli. Üstüne bu Amerikalının ‘Fenike’ dediği Nil’den Fırat’a vaat edilmiş kutsal toprakları da eklemeli.
Sadece bu açıdan bakıldığında, işin dönüp dolaşıp yine İsrail’e geleceği açık ama burada mesele zamanlama olmalı. Çünkü bu süreçte asıl sorun böyle bir devletin kurulmasında değil, etrafı Müslüman ülkelerle çevrili Yahudi bir devletin nasıl yaşatılabileceğinde yatıyor.
Öyle ya bu coğrafyada Yahudi bir devlete müttefik devlet ya da yönetimler eş zamanlı olarak ortaya koyulmaz ise bu devlet varlığını nasıl sürdürebilecekti ki?
Buradan ilk büyük harpte İngilizlerin neden tüm güçleriyle güney cephesinde toplanmış olduğunu anlayabiliyoruz. Mısır’da onlar, Filistin’de onlar, Basra’da onlar …
Çanakkale bir denemeydi. Büyük harbi en kısa yoldan bitirebilmek için dünyanın en güçlü donanmalarıyla zorladılar ama tutmadı. Tutmayınca bu kez tüm güçleriyle güney cephesine yüklendiler.
Bu bize dört yıl süren bir savaşın sonunda İngilizlerin neden yorgun düşmüş olduğunu da açıklıyor. Güçleri olsaydı eğer Anadolu’nun topyekün işgali an meselesiydi.
Zaten bu nedenle Yahudi kartını açtılar, Amerika’yı yanlarına çekebilmek için ama rağbet görmedi. ABD gelmedi, yalnız kaldılar.
İşte bu İngiltere böylesi bir süreçte Anadolu’yu işgal edebilmek için Kürdistan’ı konuşmaya, Ermenistan’ı konuşmaya aynı zamanda içeriden de yerli işbirlikçiler arayışına başladı.
Türk tarihinde ilk kez Anadolu’yu işgale giden yolun Ermenistan ve Kürdistan gibi proje devletler üzerinden geçtiği düşüncesi böylece doğmuş oldu.
İşin aslı hedef hiç değişmedi; projenin bir ucu Anadolu’ya gidiyor diğer ucu Asya’ya.
Bu dün de öyleydi bugün de böyle. İki ayrı proje devlet üzerinden giderek Türk milletinin tarih boyu güç aldığı Asya ile bağını kesebiliyordunuz.
Yani önce Türkleri yalnızlaştırmak!
Projeye bu açıdan bakıldığında iyiydi ama şöyle bir sorun vardı: Türkler ve Kürtler arasında yaşanmış bir savaş yoktu, düşmanlık yoktu. Aksine tarih boyunca giderek güç kazanmış olan bağlar vardı.
Hemen bu noktada ‘Anadolu’da isyanları kim çıkarmıştı’ diye soruyorsanız eğer, bakınız bu adına toptan Kürt denilmiş isyanların elebaşlarının neredeyse tamamı Kürt değil, bu bir.
Yine bu elebaşların neredeyse tamamı ya şeyh ya şıh ya seyit üstelik hepsi de aynı tarikattan. Tarikatı yöneten siyaset ile Türkiye’yi hedef almış küresel siyaset yan yana geldiğinde zaten bu şeyhlerin bu isyan çıkışlarının altında vazifeli oldukları görülebiliyor, bu da iki.
Hele ki bu isyanların daha Cumhuriyet kurulur kurulmaz tertiplenmiş oluşu ve arkalarına aldıkları İngiliz-Rus desteği bu düşüncelerimizi doğruluyor.
Bu resme Taşnak Hoybun ve Ağrı isyanları eklendiğinde, bu Ermeni çetesinin bir yanında ABD-İsrail ve Barzani, diğer yanında Rusya ile silahlı alanda terör yani PKK, siyasi alanda ‘Kürt Sorunu’ olarak karşımıza çıktığı artık gizlenemiyor.
Kitap:
Usta’nın Göremediği Siyasi Tuzak