5.. ‘Savcı Cihan Kansız Sahnede’

Artık iş açığa çıkmıştı.
Ankara, kod adı Ergenekon’u himaye ediyordu ama olsun, yine de yılmadık biz, hukuk içinde mücadelemizi sürdürdük, hala da sürdürmeye devam ediyoruz.
2008, 2009, 2010 ve 2011 yılları yukarıda anlattığımız şekilde ağır maddi ve manevi kayıplara göğüs germekle geçerken, 2012 yılına girildiğinde ise önceki şikayet dilekçelerimizi dikkate almayan ve cevap dahi vermeyen İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nda görevli Savcı Cihan Kansız tarafından telefonla, tanık olarak ifade vermek üzere İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na çağrıldık tıpkı Zekeriya Öz’ün çağırmış olduğu gibi….
Gittik, çaresiz…
Giderken de düşünüyorduk: ‘Bir savcı bir tanığı neden çağırır, bir olayla, belirli bir olayla ilgili bilgi ve görgüsüne başvurmak için. Gider bildiğimiz ne varsa anlatırız’ diye düşünüyorduk, kendimizden korkacak halimiz yoktu ya!
Ama düşündüğümüz gibi olmadı.
Savcı önce terör konusunda uzman olduğumuzu kabul ettiklerini açıklayarak, bu konuda yani genel olarak terör örgütleri konusunda kendilerine söylemek istediğimiz bir şeyin olup olmadığını sordu.
Şaşırdık.
Çünkü bir tanığa sorulabilecek bir soru değildi bu, ancak bilirkişilere sorulabilirdi ama bize sorulmuştu. ‘Madem bu bize soruldu, o halde anlatalım’ diyerek konuşmaya başladık, ilk önce de Başbakan’dan sözü açtık.
- Şikayetçiyim dedim. Şaşırdı, kimden diye sordu.
- Başbakan’dan dedim.
- Hangi Başbakan’dan, diye tekrar sordu.
- Recep Tayyip Erdoğan’dan, dedim.
- Bunu yazmayalım, siz sonra ayrı bir dilekçe yazarsınız, dedi.
- Oysaki AKP siyasetinin çözüm süreci adı altında operasyonları durdurması, valilerin konuyla ilgili basın bildirilerinde gizli operasyonların ifşa edilmesi ve PKK terör tehdidini görmezden gelerek iş birliğine gidilmesi bize göre anayasal bir suçtu, tam da bunu dile getirmek istemiştim ama olmadı.
Ardından ‘başka ne biliyorsunuz’ diyerek yeniden sormaya koyuldu…

PKK’nın para kasasının İsviçre’de olduğunu ve buna ilişkin kayıtların Öcalan davası tutanaklarında bulunduğunu açıkladım. Ardından da Osman Öcalan’ın 74 askerimizin katili olduğunu bildirerek suç duyurusundan bulundum.
- Peki ya Ergenekon, diye sordu.
- Hiç duymadım vallahi, dedim.
- Şaşırtıcı olabilir ama gerçekti, kod adı Ergenekon’u o güne kadar hiç duymamıştım ben.
Sonra..
Sizin bildiğiniz kozmik telefonları sordu hani şu Şanlıurfa’da geçen.
İlerleyen bölümlerde bunlar elbet anlatılacak ama alınan ifademi bilesiniz diye yazıyorum. Çünkü şu an size nasıl anlatıyorsam, tıpkısının aynısını Savcı’ya da anlattım ben.
Son olarak on beşe yakın kişinin ismini okudu, tanıyıp tanımadığımızı sordu.
Ulusal Kanal’dan Turhan Özlü hariç diğerlerini tanımadığımı söyledim. Onu da programa çıktığım ulusal kanaldan tanıyordum.
Hepsi bu sandık ama değilmiş….
Bir süre sonra İşçi Partisi ile ilgili iddianame yayınlandı.
Bir baktık ki o davada hiçbir ilgimiz alakamız olmadığı halde bizi tanık göstermişler!..
Nasıl tanımadığımız kişilerin ve bilmediğimiz bir olayın tanığı olduk, hala anlayabilmiş değilim…
İfade bu, hepsi bu. İfade bitince, bu kez biz sorduk savcıya:
- Kod adı Ergenekon kasası ve şüphelisi ben nasıl oluyorum, nasıl böyle bir yazı yazıldı da soruşturma yapılıyor, bu durum nedir’ diye sordum.
Cumhuriyet Savcısı Cihan Kansız bana dedi ki;
- Sizin hakkınızda Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi’ne yazılmış ve terör örgütü şüphelisi olarak bildirilmiş olduğunuz yazıdan benim haberim yok!
Kansız’ın söylediği buydu ama doğru değildi.
Çünkü bizi şüpheli yapan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı idi, kod Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılar idi. Savcı Kansız da o ekibin bir parçasıydı. Yani? Yani hepsi hepsini biliyordu…
Peki bu ifadeyi verdik de ne oldu?
Mevcut siyasetin terör örgütüyle işbirliği yaptığını ileri sürdüm ama ifademe yazılmadı.
İmralı’da yatan ve ömür boyu hapse mahkum Öcalan’ın kardeşi Osman Öcalan’ın 74 askerimizin katili olduğunu söyledim, bu ifadeye yazıldı ama soruşturma açılmadı hala da bu katil yargılanmıyor.
Dahası var…
2012 yılına girildiğinde, bu kez, mağduriyetimize yol açan aktörlerden biri olan Yalçın Tanfer hakkında, Şanlıurfa 1. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından verilmiş olan 6(Altı) aylık hapis cezasının Yargıtay tarafından düşürülmüş olduğu şaşkınla öğrendik.
İlk karardan bu yana sekiz yıl geçmiş ve dosya raflarda unutulduğu(?) için zamanaşımından dolayı düşürülmüştü.
Evet, doğrudur, bu köstebek için verilmiş olan 6 ay hapis cezası Yargıtay 4. Ceza Dairesi’nin 2012/4134 sayılı kararı ile zamanaşımı gerekçesiyle düşürüldü.
Onaylanmış olsaydı ne olacaktı biliyor musunuz bu Tanfer’e; şartlı tahliye ile çıktığı için bu ceza üzerine yeniden hapse girecekti ama kurtuldu, kurtarıldı bir nevi.
Hepsi bu da değil…
Yine bu Yalçın Tanfer hakkında şahsımıza iftira atmaktan, bu kez Şanlıurfa 1. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından, 2004 yılında verilmiş olan 10(on) bin liralık tazminat cezasının da, yine aynı mahkemenin kararıyla kaldırılmış olduğunu öğrendik.
Düşünebiliyor musunuz, mahkeme önce tazminata hükmediyor, sekiz yıl bekliyor ve sekiz yıl sonra aynı mahkeme, yeni bir delil olmaksızın kendi kararını kendisi iptal ediyordu.
Ve yine düşünebiliyor musunuz, adliyede işlerin geciktiğinden bahsedilen ülkemizde, bu olağanüstü hukuk kararı jet hızıyla Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 2012/6416 sayılı kararı ile onaylanıyordu. Karar düzeltme davası da aynı hızla Tanfer lehine sonuçlanıyordu.
Yani bu durumda Yalçın Tanfer hem ceza davasından, hem de tazminat davasından kurtulmuş oluyordu.
Bu noktada anlamakta hala güçlük çektiğim, bir mahkeme sekiz yıl önce vermiş olduğu tazminat cezası kararını, ortada yeni bir durum yok iken nasıl yine kendisi kaldırırdı?
Ve sekiz yıl sürüncemede bırakılmış olan bu dosya, nasıl jet hızıyla Yargıtay tarafından onanırdı?
Benzer şekilde yine Yalçın Tanfer ile ilgili altı aylık mahkumiyet cezası nasıl sekiz yıl sürüncemede bırakılır ve nasıl zamanaşımından düşürülürdü?
Kaldı ki aynı Yargıtay, yine bu şahısla ve yine bu iki dosyayla ilgili verilmiş olan ‘dokuz yıl altı aylık ağır hapis cezasını’ ta 2004’te onamıştı.
Birbiriyle bağlantılı olan ve Tanfer’in asli suçuna kaynak teşkil eden ‘dokuz yıl altı aylık ceza’ onanırken, nasıl oluyordu da ilgili diğer iki dosya işlemden düşürülüyordu, hukuken bu nasıl izah edilebilirdi?
Bu durum açıkça bizi şu düşünceye sevk ediyor; sabıkalı ve karanlık bir geçmişe sahip Yalçın Tanfer önce bize karşı, ardından da kod adı Ergenekon olan ve kendine Türk Ordusunu hedef almış soruşturma sürecini tetikleyen kişi olarak kullanılıyor. Hedef seçilmiş subaylara karşı harekete geçiriliyor ve nihayetinde bu hizmetlerine karşılık korumaya alınıyor, anladığımız buydu.
Kimdi bu Yalçın Tanfer?

Çünkü bu şahıs kod adı Ergenekon soruşturmasında da önemli bir tanık olarak dikkate alınmış, onun iddiaları üzerinden birçok kişi hakkında soruşturma, hatta tutuklama işlemleri bile yapılmıştı.
Örneğin; Sinan Aygün’e yönelik iddiaların kaynağında da Yalçın Tanfer vardı, Mustafa Özbek için ileri sürülmüş olanların da kaynağında bu şahıs vardı.
Hatta bu şahıs haham kılıklı Tuncay Güney’in de arkadaşıydı.
Bu şahısla ilgili vermiş olduğumuz Yargıtay dosya numaraları üzerinden, ekte sunduğumuz belgelerden ve kod adı Ergenekon 1. ve 2. İddianameleri üzerinden yapılacak bir inceleme ile sözlerimizin doğruluğunu teyit edebilirsiniz.
Bu anlattıklarımızdan yola çıkılarak olaylara bakıldığında, şahsımıza yönelik yapılmış bulunan ağır hukuksuzluk ve haksızlıkların sonucuna bağlı olarak sıranın ailemize, çoluk çocuğumuza gelmiş olduğu görülüyor hem de açık açık.
Biz artık AKP siyaseti ve hukukunun açık bir hedefi olmuştuk, hala da öyle…
Peki neden?
Yazarın notu: Bu noktada tek bir soru: Bülent Arınç Yalçın Tanfer’i tanıyor muydu?
Kitap: ‘Türk Ordusu Nereye’