Şuaibe Savaşı.. ‘Şeyh Berzenci’

Ayrılıkçı siyasi Kürt hareketlerinin günümüz sözcüleri Birinci Dünya Harbi’ne yakından bakmalıdır, Türk ve Kürt gerçeğini görebilmek için…
Türkler ve Kürtler…
Bugün Türkiye’ye baktığımızda, Gazi Paşa’nın anıtlarına saldırıların yapıldığı görülüyor. Ayrılıkçı siyasi Kürt hareketinin sözcüleri her ne kadar bu saldırıları kınasa da iç içten sevindiklerini de düşünmeden demiyor insan. Çünkü ayrılıkçı bu siyasetin hedefinde Anayasa var; Türkiye Cumhuriyeti Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür, diyor.
Anayasa’nın temeli Cumhuriyet olduğuna göre, düşünme yeteneğinden yoksun bu zihniyetler bu Cumhuriyet’i birlikte kurmuş olduğumuzu da hiç akla getirmiyor…
Peki, biz Cumhuriyet’i nasıl kurmuştuk?
1914-1917 yılları arasında Osmanlı Orduları Doğu cephesinde Ruslarla savaşırken, güneydeki Kanal cephesi ve Basra Körfezi’nde de İngilizlerle savaşıyordu.
İngiltere öncelikle Basra Körfezi’ndeki Şattül Arap suyolu çıkışındaki Fav mevkini işgal etmiş ve Osmanlı topraklarına çıkışı başlatmıştı.
Irak ve havalisi komutanı Cavit Paşa idi ve İngilizlere karşı Basra’nın güneydoğusunda savunma hattı oluşturmuştu.
İngilizler bu savunma hattını aştı ve Basra’ya doğru ilerlemeye başladı…
20 Kasım 1914’te Basra işgal edildi; Osmanlı orduları Kurna’ya doğru geri çekildi.
Mısır’daki kuvvetlerinden bir tugay asker takviye alan İngilizler, 9 Aralık’ta Kurna hattını aştılar; 45 subay ve 989 er esir düştü. İngilizlerin kuzeye doğru ilerleyişi artık hız kazanmıştı.
Büyük Harp boyunca Güney cephesinde ilk Türk zaferi Selmanpak’ta elde edildi.
Harekat üç gün sürdü.
Çatışmaların merkezi Sabis mevki idi. Bağdat’a ilerlemekte olan İngiliz birlikleri bozguna uğratılarak mevcutlarının üçte biri kırılmıştı.
Kasım 1915’te, İngilizler Kutu’l-Ammare’ye geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu bölgeye kapanan İngiliz ordusu kelimenin tam anlamıyla perişan edildi. Ağır kayıp verdiler; geride binlerce ölü ve yaralının yanında önemli miktarda silah ve cephaneyi terk ederek daha da doğuya çekildiler.
29 Nisan 1916’da, İngiliz Generali Townshend başka çare göremedi, Kut’ül Ammare’de Türk Ordusuna teslim oldu.
Bu savaşta Türk ordusunun kaybı, 268 şehit, 962 yaralı.
İngiliz kaybı, 1.000 ölü. Teslim olan İngiliz kuvveti ise; 5 general, 481 subay ve 13 bin 100 er.[1]
İngilizler Musul-Kerkük yolunda ikinci kez durdurulmuştu…
Bu büyük zafere karşın, zamanında güney cephesini takviye edemeyen Osmanlı, İngiliz orduları karşısında direnişini fazla sürdüremedi. Bir süre sonra Basra ve Bağdat eyaletleri de İngilizlerin eline geçti.
7 Nisan 1918’te, Kerkük işgal edildi.
Ali İhsan Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu kısa bir süre için yeniden Kerkük’ü alsa da, İngilizler ikinci kez ve kalıcı olarak Kerkük’e yerleştiler.
Refik Hilmi anılarında, İngilizlerin yolunun Şuaibe’de Arap ve Kürt şeyhleri tarafından kesildiğini ve iki taraf arasında çatışma çıktığını naklediyor.
Refik Hilmi’ye göre, bir savaşçı olarak Şeyh Mahmud Berzenci’nin ününün bölgeye yayılması bu çatışmayla ortaya çıkmış;
‘Şeyh Mahmud, bin kişilik bir süvari birliğiyle Türklere yardım etti. Süleymaniyeli eski vali Reşit Paşa ve birkaç tanınmış Kürt Şuaibe’deki savaşta şehit düştü. Şeyh Mahmud hem bu savaşlarda hem de Türklerin Ruslarla olan savaşlarında yiğitliğini kanıtladı ve Rusları İran sınırından kovdu. Bu şekilde büyük savaşın son günlerinde, Şeyh Mahmud’un ünü her tarafa yayıldı.’[2]
1918’te, Birinci Dünya Harbi bitti…
30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesi’nde hala Osmanlı ordularının elinde olan Musul, 1 Kasım’da İngiliz işgaline düştü. Bölgedeki aşiretlerin direnişine karşın, siyasal Kürt hareketine ev sahipliği yapan ve Osmanlı’ya karşı ilk siyasi Kürtçü tetiğin çekildiği bu bölge artık İngilizlerin elindeydi.
Bu süreçte İngilizlerin planı;
‘Kürtler için kurulması planlanan Kürdistan’ ile Mezopotamya sınırlarında, kendilerine yakın Hıristiyan unsurların(Nesturiler) ‘kuzey ve güney Kürt yerleşim yerleri arasında bir tampon devlet’ olarak görev yapabileceği düşüncesine dayanmıştı.
Anadolu’yu işgale gücü yetmeyen İngiltere, artık bölgenin etnik unsurları olan Kürt ve Nesturileri oyuna alma çabasıyla siyasetine yön vermeye çalışacak ve bu siyasi strateji önce 1920’de Sevr Anlaşması ve haritası, 1921’de Koçgiri isyanı, ardından 1924 Nesturi isyanıyla Türkiye’nin karşısına çıkacaktır…
Doğu cephesinde Ruslarla işbirliğine giren çok az sayıdaki Kürt aşiretleri bir yana, hem Doğu cephesinde hem de Güney cephesinde, Kürt aşiretleri Türk ordularının içinde ve yanında İngiliz ve Ruslara karşı savaştı.
Büyük Harp süresince Ermeni ve Rum çeteleri Osmanlı için sorun oldu. Yahudiler, Nesturiler dahi sorun oldu ama Kürtler ne Rus cephesinde ne de İngiliz cephesinde Osmanlı’ya sorun olmadığı gibi, aksine büyük savaşta Osmanlı yanında saf tuttu.
Altan Tan dahi bu gerçeğin altını çizmekten kendini alamamış;
‘Bir avuç Kürt milliyetçisinin Osmanlı’nın son döneminde yürüttüğü milliyetçi propaganda çok sınırlı kaldı ve geniş Kürt kitleleri Osmanlı’ya sadakatini devam ettirdi. Kürtlerin Osmanlı’ya sadakatinin en çarpıcı göstergesi, 1912’den 1918’e kadar aralıksız devam eden kanlı savaş ve felaket yıllarında imparatorluk ordularının safında çarpışmalarıydı.
Art arda gelen Trablusgarp, Yemen ve Balkan savaşları ve bunlardan hemen sonra patlak veren Birinci Dünya Savaşı’nda pek çok Kürt, Osmanlı Ordusu’nda görev aldı. Kürtler Osmanlı Ordusu’na kayda değer bir insan gücü ağladılar. Binlerce Kürt asker, Sarıkamış’taki 3’ncü Ordu’da ve diğer cephelerde hayatını kaybetti(şehit düştü).”[3]
İşte Cumhuriyet temellerini böylesi bir mücadeleden almıştı; birlikte mücadele…
Size Türk tarihinin karanlıkta kalmış siyasi Kürt hareketinin sayfalarını açtım.
Görülen o ki, Avrupa görmüş, yüksek tahsil görmüş miras peşinde bir Bedirhan, toprakları İngiliz işgali altında ama kendileri merkezi Osmanlı yönetiminde ne yapacağını bilmeyen ama bir umutla Bedirhanların da peşinden ayrılmayan bir Baban; hepsi iki hanedan.
Bedirhanoğullarının da bu işe soyunmalarının asıl nedeni Kürtçülük değil, Bedirhan Bey’den kalan servete ve onun güç hakimiyetine kavuşabilmek için öne çıktıkları yaptıkları işlerden anlaşılıyor.
Öte yanda..
Nakşibendi Tarikatı’nın Osmanlı’daki etkisi ve dedelerinin büyük Nakşi halifesi olmaları ve toprak zenginliğiyle İstanbul’da kendine yer bulmuş bir Seyit Abdulkadir.
Abdusselam ve Molla Selim ise bunların etkisiyle harekete geçmiş sahadaki piyonlar. Bu piyonların siyasi Kürtçülüğü örgütleyecek, yayacak ve hedef belirleyecek bir konularının olmadığı açık…
Ermenilere gösterilen yakın ilgi ise, eskiden beri teşkilatlı olan ve siyasi faaliyetlerini Avrupa’da da sürdüren bu grubun sahip olduğu imkanlardan yararlanmak. Bir de Doğu ve Güneydoğu’da sahip olduğu tabanı, Kürtçülük adına Osmanlı’ya karşı harekete geçirerek yerel destek kazanabilmek.
Ermenilerin de bu oyunu seve seve oynadıkları görülüyor, onlar da siyasi hedeflerine ulaşabilmek için bölgede Kürt desteği arıyor; çıkarlar ortak olunca bir noktada buluşabiliyorlar.
Bir diğer dikkat çekici husus, bu kişiliklerin Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı’nın ne yapabileceğini görmek için beklemeleri. Gerçekten de harp boyunca sessizlikleri sürdürüyorlar, sonucu bekliyorlar.
Nitekim savaş sonrası Osmanlı yenildiğinde, toprakları İngiliz işgali altında kalacak olan Babanlar ikili oynayarak hem İngilizlere hem de Osmanlı’ya, Bedirhanlar ise bir kısım toprakları Musul vilayet bölgesinde olduğu için önce İngilizlere, ardından Fransızlara, sonra Ruslara ve derken İsrail’in sahaya inmesiyle ona da yanaşacak, hem Osmanlı’yı hem de Cumhuriyet’i karşılarına alacaklardır.
Olaylar siyasi Kürtçülük açısından değerlendirildiğinde, Abdusselam Barzani’nin siyasi taleplerinin İstanbul’daki örgütlerden geldiği anlaşılabiliyor. Bu bir çıkış noktası oluyor, sonrasında gelişecektir.
Barzani’nin neden seçilmiş olduğu da açık; aynı coğrafyada, sahada ve Nakşibendi kimliğiyle bölgedeki aşiretsiz köylülerin lideri pozisyonunda olduğu için yani silahlı yerel güç.
Molla Selim hareketi ise, yine İstanbul merkezi, Ermenilerle birlikte Rusları Osmanlı’ya karşı desteklemek, böylece olası bir yeni yapılanmada kendilerine bir yer hazırlamak düşüncesinden öteye geçmeyen bir eylem olarak görülüyor yani işbirlikçilik.
Tüm bunlara aynı fotoğraf karesinde bakıldığında, küçük ya da büyük silahlı, siyasi ve örgütlü Kürtçülüğün 1908 II. Meşrutiyetle birlikte çıkış aldığı söylenebilir.
Bunun da asıl nedeni Meşrutiyet değil, sürekli güç ve toprak kaybeden Osmanlı’nın dağılacağı fikrinin ortaya çıkmış olmasıdır; paylaşımdan pay alabilmek…
Öte yanda 1908 tarihi bu bir başlangıçtır;
Bilinen anlamda siyasi Kürtçülük 1918 Mondros ve 1920 Sevr antlaşması sonrasında ortaya atılacak olan Ermenistan-Kürdistan projeleri sonrasında açık yüzünü gösterecektir. Bu açık yüz ise bildiğimiz bir yüzler olacaktır; Bedirhanoğulları, Babanlar, Seyit Abdulkadir ve Barzaniler…
Bu bir halk hareketi midir, diye sorulursa, cevabımız hayır olacaktır.
O yıllarda on binde bir kişinin okuma yazma bildiği dikkate alınırsa, masum halk inandığı özellikle dini yönden inandığı kişilerin peşine takılıp sürüklenmiştir ve sürüklenecektir.
Bu durum bugün için de aynıdır; devlet otoritesinden yoksun Doğu ve Güneydoğu’daki halkımız silahlı güç PKK’nın peşinden çaresizlik nedeniyle hala sürüklenmektedir…
Olayların bir başka yönünde, Şeyh Halid’in öncülük ettiği Nakşibendi Tarikatı dikkati çekmektedir. Osmanlı’nın da destek verdiği bu tarikatın bazı şeyhleri siyasi Kürt hareketinin içerisinde bilerek ya da bilmeden yer almıştır.
Bundan sonra karşılaşacağımız silahlı isyanlarda yine bu tarikatın şeyhlerinin halkın devlete sürüklenmesine öncülük edecek oluşları ise, artık bu işin bilmeden değil, bilinçli olarak yapıldığının bir işareti olacaktır.
Nitekim bu tarikatın İstanbul merkezi konumunda olan Gümüşhaneli Dergahı hep karşımıza çıkacak, bugüne kadar gelecek ve siyasi Kürtçülüğü yönetici bir pozisyon alacaktır.
Bu da bizi, bu tarikatı yöneten asıl güçlerin kim olduğunu araştırmaya sevk edecektir.
Sonuçta tüm bunlar diyor ki,
1806’dan 1918’e kadar geçen yıllarda Kürtler Türk’e karşı tavır almak duygu ve düşüncesini taşımak şöyle dursun, her dönemde Türk ile birlikte düşmana karşı omuz omuza savaşmış, yerel ölçekte çıkan çatışmalarda da bir Türk düşmanlığı hiç sergilenmemiştir.
Güzel olan o ki tarihteki isyanlarla Birinci Dünya Harbi yan yana getirildiğinde, Bedirhanlar, Babanlar, Seyit Abdulkadir ve Abdusselam tarafından başlatılmış olan ayrılıkçı siyasi Kürtçülük onca çabaya rağmen Anadolu’da maya tutmamış olduğu da açıktır.
Bu tespitlerimizin en büyük kanıtı Birinci Dünya Harbi’dir; Kürtlerin bin yılın ötesinde birlikte yaşadığı Türklerle birlikte, yan yana, omuz omuza işgal güçlerine karşı savaşmış oluşlarıdır.
İsyanlara gelince, yönetimi altında bulunduğu beylerin ve şeyhlerin emriyle sürüklenmiş olan saf ve kalbi temiz Kürtlerden öte bir şey görülmüyor.
Bununla birlikte yukarıda sayılan ve ayrılıkçı siyasi bir hareket başlatan kişiliklerin kendi ölçeklerinde de olsa bu harekete bir zemin yaratmış olduklarını da kaydetmek gerekir; sayıları az da olsa, gizli ve açık cemiyetler eliyle siyasi Kürtçü bir kadro oluşturabilmeyi başardılar.
Bundan sonrası artık, Birinci Dünya Harbi sonucuna göre ortaya çıkacak küresel planlar, ihanetler, suikastlar ve gizli-açık antlaşmalarla çizilecek olan tabloda, Osmanlı’ya karşı işbirliği yapacak bu kişiliklerin eylemlerine bağlı olarak gelişecektir…
Bu bölümü şöyle noktalayabiliriz:
Ekranlara çıkıp da, ‘hep isyan ettik, Türkler Kürtleri ezdi, haklarını vermedi, bu nedenle PKK çıktı, bu son isyandır’ gibisinden tarihsel dayanağı olmayan laflar edenler bilmelidir ki tarihimizde Ermeniler, Rumlar, Araplar, Yahudiler sorun olmuştur ancak bu dünya Türk-Kürt ayrılıkçılığına bu noktaya kadar hiç tanıklık etmemiştir.
Bu durum Mustafa Kemal’i bir kez daha haklı çıkarıyor;
‘Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır’.
Kitap:
Büyük Suikast/Kürt Gerçeğinde Bilmediklerimiz
[1] Dr. Suat Akgül, ‘Musul Sorunu ve Nesturi İsyanı’, s. 31.
[2] Refik Hilmi, ‘Anılar, Şeyh Mahmud Berzenci Hareketi’, s. 18.
[3] Altan Tan, ‘Kürt Sorunu’, s. 153.